26 Mart 2010 Cuma

mumya sahili




tanıştığımızda yeni mumyalanmış iki zombi gibiydik. benim önce dilimi mumyalamış olmalılardı, sonra kalbimi. sonunda, geri kalan karakteristik organlarımı; gözlerim, dudaklarım, ellerim... tüm duyularım mumyalanmıştı sanki hem yaşamalarına hem de ölmelerine izin vermemecesine.

sahile indiğimde her zamanki gibi hiçbir zaman kral olamayacak köpek arthur'u denize alıştırmaya çalışan tyler durden'a benzeyen sahibini, onları uzaktan elinde sigarasıyla izleyen anneleri marla singer'ı ve her zaman aynı kumsalın kumlarında oynayan o kız ve erkek çocuğunu gördüm. belki başka insanlar da vardı ama sezilemeyecek kadar siliklerdi. ilk kez gördüğüm, tek başına gitar çalan karışık saçlı çocuk dışında herkes silikti bugün. dalgalar bile. kılı kılına uyduğumuz zaman mekan kanununda bir atlama olmuş ve buraya ait olmayan karışık saçlı çocuğu bu sahile atmış olmalıydı. yanına oturdum, kumların üstüne, ağzını açmadan gözleriyle; şarkı bitene kadar tek bir kelime söylemeden dinle! dedi. uysalca itaat ettim. keman sesinin ağlayan, inleyen bir ses olduğunu düşünürdüm, ama yaraları olan gitarlar da hıçkırıklarla, kekeleyerek ve dudakları titreyerek şarkılar söyleyebiliyorlardı. şarkısını bitirdiğinde aklımda geçenleri duymuş ancak şarkısını bitirmeden yanıtlamak istememiş gibi gözlerinin üstüne dökülen saçlarının altından bakarak, yaralarım var dedi. benim de dedim.
hangimizin biraz yarası yoktu ki?
diz kapağımın altındaydı benimki, bazen bacaklarımda başka yerlere yavruluyordu. yürüyüp gitmeme engel olmak istermiş gibi yapışmıştı bacaklarıma, sanki her biri onun parmak izleriydi... yavruları onun kadar inatçı değildi, kendi kendimi mumya olmadığıma inandırdığımda, onları da yok edebiliyordum. ama diz kapağımın altındaki... o gerçek bir nemruttu işte! inatçı, geçmek bilmez ve kaşıngan. kaşınmasa orada olduğunu unutacaktım belki, ama iyileşeceğimi ve kaybolacağını hissettiğinde kaşınmaya başlardı. ben de yalnız kaldığım ilk an hararetle kaşıyıp, kabuk bağlamasına izin vermez, kanatırdım onu. izi kalırdı.
aşk yaraları su çiçeğine oldukça yakındı.
o sahilde karşılaştığımızda henüz mumyalanmış iki zombiydik.
bundan habersizce, hayallerimizin başından ayrılamıyor, etrafında hayal et ler misali dolanırken, aklımızda kastanyet çalan deli düşünceler dans ediyordu. düşüncelerimiz özgür kalan tek duyumuzdu belki de. biz de işi deliliğe vuruyorduk.
adı neydi dedim? boşver dedi. güzel isim diye yanıtladım, benim de unut gitsin adlı bir sevgilim olmuştu. gülümsedi.
adını unutmadım hala dedim. ben adını ağzıma alamam bile dedi imkansızca. haberi yoktu ama o da benim gibi bir mumyaydı. neyi var neyi yoksa sökmüşler, ama ağzını yerine koymayı unutmuşlardı. ondandı onu mumyalayanın adını ağzına alamaması. yeni bir ağza ihtiyacı vardı. bunu, ona söylemedim. başka şeylerden bahsettim. neşeli şeylerden... sonra dünya üzerinde bildiğim tüm neşeli şeylerin bittiğini hissettiğimde, uykum var dedim sadece. uyuma dedi, annesinden ayrılmak istemeyen çocukların uyumamak için son bir masal isteyen bakışlarıyla.
umudunu kestiği bir anda gönderilen bir melek olduğumu sanıyordu. melekler uyumazlardı. umutları da olmazdı. ne melektim ne de onun umduğu başkası, onun gibi bir zombiydim sadece. uyumalıydım. yine de son bir gayretle, meleklerin önceleri görünür, dokunulur ve duyulur olduğundan bahsettim. insanoğlu bitmek bilmez hırslarıyla onları da acıtana kadar öyle kaldıklarından... sonra? sonra onlar da görünmez ve dokunulmaz olmuşlardı. bazılarının sadece sesi kalmıştı. bazılarının da benim gibi kesif bir mumya suskunluğu.
yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. gitmeliyim diye mırıldandım. gitme lütfen diye fısıldadı. fısıltısı dalgaların sesinde seyreldiğinde, ilan tabelasındaki festival ilanına bakıp baharda yapılacak festivallere onunla gitmek isteyip istemeyeceğimi sordu heyecanla.
gülümseme sırası bana geçmişti. gülümsemek de esnemek gibi bulaşıcıydı.
acil durumda camı mı kırdın? dedim.
sen var ya... dedi. ben vardım ya, gerçekten. henüz mumyalanmıştım ama ölüm bile yetiyordu. bir hayatta bir kaç ölüm yetiyordu insana gerçekten.
fazlası zarardı.
geri kalan herşeyi silik bırakan o sahilden ayrılırken sargıları çürümüş iki mumya gibiydik. yan yana yürürken parçalanıp dökülmemek için sargılarımıza daha sıkı sarılıyorduk, birbirimize sarılmak sadece parçalanmamıza neden olacakmış gibi.
arthur hala denize giremiyor, marla hala yeni bir sigara yakıyor ve çocuklar hala bitmeyen kumdan kaleleriyle oynuyorlardı. hava ılık, bahar geliyorum diyordu...
ve biz tüm baharlar tasfiye edilmişçesine, yaklaşan sıcaklığı yeni bir yara izi sanıp sevmekten korkuyorduk.


Mumya

su adresini saklıyor çiçeğimden
bütün musluklar yara
birkaç damla yağmur tozu konuyor belki
baharı tasfiye etmiş mumyalara

Güray Köksoy

Hiç yorum yok: