4 Mart 2010 Perşembe

beklerken



son zamanlarda bana beck le mek diyorlardı dostum. siz de öyle diyebilirsiniz. oysa daha ne beklediğimi bile bilmiyordum. içine hapsolduğum dumanvari duvarların dağılmasını bekliyor olabilirdim. o duvarların içinden kendimi, ciğerlerden uzun süren öksürüklerle atılmış balgamlar gibi dışarı attığımda, kafamı yukarı kaldırıp kesif gri ıslaklıktaki bulutlara bakıyor ve maviliklerinin arasından sızacak bir gün ışığına hasret çekiyor da olabilirdim.
tespih çeker gibi sırayla anları, imameye geldiğimde de "ya sabır" çekip ve bir tur daha bekliyor bile olabilirdim. aslında; ne olursa olsun ertelemeden, üşenmeden ve vazgeçmeden yönü ve saati belirsiz bir otobüs durağında, gelip gelmeyeceği bile belli olmayan bir otobüsü bekliyor gibi bekliyordum. beklemek zor iştir. dışardan bakıldığında tek bir eylem gibi görünse de zihnin en çalıştığı zamanlardır beklediğiniz zamanlar. tuvalette aklınıza gelen fikirlerin siz neyi beklerken geldiğini bir düşünün!

beklemekten yorgun düşmüş gözkapaklarıma sızan uykuya yenik düşmeye direnerek uyandığımda uzun süre bekleme bulanıklığında gören gözlerime göre kafası sıklamen çiçeği şeklinde gövdesi pan bir kadın duruyordu yanımda.

gözlerim ne derece güvenilirdi ki?
ya gördüklerim?
peki ya!
görmediklerim?

sıklamen pembesi dudaklarıyla kadın;

emri vakiye giden otobüsler buradan mı geçiyor? diye sordu.

gel gelelim kafası sıklamen pembesi bir kadın ne kadar güvenilirdi? hele keçi ayaklarıyla bir yandan dans ediyorsa. bu kadar uzun beklemekten öğrendiğim bir şey varsa ; güvenmediğim babam değil, gözlerim olsa onları bile umursamayacağımdı.

vaki neyse de emrinin şu otoriter halleri beni deli ediyor kuzum diye yanıtladım aslında keçi olduğunu göz ardı ederek. ardı ardına, umarsızca ve belki beklemekten kaynaklı biraz hayasızca devam ettim. ben kaç zamandır bekliyordum o da birazcık beklesindi canım!

onlar üç kardeş aslında biliyorsunuz değil mi? emri, baki ve veli. vaki derler ama asıl adı bakidir. vak vak baki derdik. vak vak deyince tiki tuttuğu ve bayıldığı için çocukken çok uğraşırdık. çocuklar pek zalim olurlar. büyüdükçe bunun farkına bakıp sonradan bakiye çevirdik.

beklediği cevabı alamadığından olsa gerek kadının sıklamen rengi saçları tekme yenmiş hayalar gibi buruşup kuruyarak döküldüler, keçi ayaklarıysa gövdesiyle koşarak uzaklaştı. kaçarken elindeki yan flütü demirlere sürterek tııııııırrrrrrtttttt diye bir ses çıkarıyordu. bense bu duruma ve kadının buruşuk kocaman ağız şeklindeki boşluğundan çıkmaya çalışan homurtuya aldırmadan devam ettim.

aslında başlarda ben de muhtemelen sizin de sandığınız gibi veli'yi ali'nin kardeşi sanıyordum. yani kırkdokuz teyzeyle elli amcanın oğulları. bebeklikten beri arkadaşımdır onlar. bebekte büyüdüm zaten. bizim oraların en sevdiğim özelliği agop amcanın da, hadise teyzenin de, nuri amcanın da birbirleriyle kaynaşmış olmasıdır. şimdi bebek deyince üstün.körü ünlülerin hatırlanması ne garip. oysa o semtin kendine has bir mozaiği vardı ki bambaşkaydı. mozaik demişken mozaik pastayı pek severim, ziyadesiyle de aşureyi. kırkdokuz teyzenin aşuresi pek meşhurdu. elli amcanın da okeye dönmesi. okey?

yaprakları çürüdüğünden kurtçuklara ve cevap veremeyen kemirdikleri sıklamen kadına aldırmadan susup beklemeye devam ettim.

karşı kaldırımda kaldırım taşının yanındaki mazgala dikkatle bakan kediye takıldı gözüm. kedileri severdim. çizmeli kedi de, alice'in sırıtkan kedisi de, en yerel ünlü kedi coka'nın püskülü de ilginç karakterlerdi mesela. kedilere pisipisi köpeklere kuçu kuçu diye seslenmek daha ilginçti aslında. yine de bu durumu fazla sorgulamadan nizami bir şekilde pisipisi diye seslendim kediye, beklememi oturduğum bankın yanına bırakarak. kedi gözlerini kaldırıp şaşkın gözlerle bana baktı. kadının tersine hiç ses çıkarmadı. sadece ilgiden rahatsız olmuş gözleri uzun uzun sordu:

"ne bakıyosun?"

o benden daha sabırsız olmalıydı ki beklemekten çabucak sıkılıp mazgal kapağından aşağı bakmaya devam etti. neye bakıyor olabileceğini düşündüm.
büyük ihtimalle bir fareydi baktığı. (olasılık: %85)
daha ufak olasılıklarla; kertenkele (değer: %9),
eşek arısı (değerse yakar: %6)
ya da de şıkkı; diğer (değmez: %2.5) olabilirdi.
etrafımda eşşek arıları misali uçuşan sayıları elimin tersiyle kovalayıp sıklamen rengi kadının kafasını yiyen kurtcukları kelebek sandığım, ama eşşek arısı olabileceklerini hiç düşünmediğim aklıma geldi. bunlar olurken beklemek hissi sıkıntıyla ayaklarını yere vuruyordu bıraktığım yerde. beklemek bekletilmezdi. o gittikçe artan bir sinirle ayaklarını yere vurmaya devam etti. bense beklemenin sakin ve uykulu olanını sevdiğimi düşündüm. ona dönmeye çalıştım ama sinirle ayaklarını vurdukça üzerinde bulunduğum kaldırımı dalgalandırıyor, karşı kaldırımla aramdaki mesafe uzuyor ve mazgaldan kaynayan kırmızı sıvıdan oluşmuş nehirde vapur seferleri düzenleniyordu. kafamda UB40'den red red wine çalmaya başladığında beklemeyi bırakıp tekrar kediye seslendim.
pisipisipisi... sisi... pis. i.
kedi biraz önceki kadar şaşkın ama daha sinirlisi bakışlarıyla hiç ses çıkarmadan sordu:

"ne bakıyosun? hey bana seslenen! neye bakıyosun? NEYE? söylesene! "

beklemeye sabrı olmayan kedi hemen başını önüne eğip mazgalda baktığı şey neyse ona bakmaya devam etti. belki de orada baktığı şeye de durmaksızın aynen öyle diyordu gözleri;

"ne bakıyosun?"

delikten fışkıran kırmızı sey'in farkında bile değildi. ub40'nin kırk haramileri kılı yararak sürüklendikleri kızıl saçlar misali nehrin içinde şarkı söylenip sallanarak gözden kayboldular.

sıklamen kadın çürümüş, arılar sayılar ve yüzdelerle uçup gitmişlerdi.
otobüssüz bir otobüs durağı ve ben, bekleyişim ve arkadaşı sıkıntı, kızıl saçlar ve arasında dolanan vapurların vakur düdükleri kalmıştı ortada. bir süre sonra herkes birbirini kanıksadı ve sessizce haleti ruhiyemizin gün batışını seyretmeye daldık.

Mango Kızın Evrilmesi

bu ahvah içinde çok şeraitli bir refleksle, yeni moda otobüs duraklarına konan, yeni moda markalardan birinin reklamına takıldı gözüm. reklam panosundaki koca dudaklı kadın üzerindeki ufacık haki şort elbisesi ve ona uyan hakileştirilmiş gözleriyle, belindeki kahverengi kemeri ve ona uydurulmuş uyduruk saçlarıyla uzanırmışcasına son zamanlarda pek moda olan bir pozla donmuştu. göz göze geldiğimizde saçlarını demode bir tavırla geriye doğru atıp;

evrimin bittiğini mi sanıyorsun? dedi.

Evrimini tamamladığını düşündüğünden neredeyse emin olduğum o ünlü artizden böylesi bir soru duymak beni şaşırtmıştı.
hayır. ruhun cinsiyeti olmadığını sanıyorum daha çok diye yanıtladım kadının lümpen saçlarından gelen kışırtılara bakarken çekirge sürüsü olmalı diye düşünüyordum. insan giyinip kuşanmak için para kazanan tek hayvandır! diye fısıldarken cesare kulağıma, kadın;

beklemek bana göre değil bekletmek belki dedi omuzlarını kaldırıp bekleyişimi küçümseyici bir tavırla. o sırada gözlerinden kanatlarını hışırdatarak dökülen çekirge sürüsü sortumsu elbisesine yayılmış ve kemirmeye başlamıştı.

gene de bir iştir beklemek, bekleyecek birşeyi olmamaktır korkunç olan demiş cesare paves. ki ben kendisine kendimi pek yakın hissetmişimdir. çoğu kişinin galatasarayın ünlü santraforu hakan şükürle bildiği torinoda, yaşadığı aşk acılarının ağırlığına dayanamayarak, bütün notlarını yok edip 21 adet uyku hapıyla uyuyayazmıştı ki aşkın kendi de bir uyku halidir bana kalırsa. söylenene göre edebi kariyerinin doruğunda olmasına rağmen özel hayatı karışıktı cesare'ın, ki aşk zaten karışıklık demektir. Sonu olmayan aşk ilişkileri onu bunaltmıştı der bazıları ki aslında aşkın sonu yoktur... diye konuşuyordum çekirgelerin kanatlarına bakarak. ki çekirgelerin kanatlarından iğrendiğim an bu gereksiz sohbetin nereye gideceğini düşünmeye başladığım anla aynı zamana denk geliyordu.

ossırada akşamüstü maviliğinde, semadan, genişlemiş omuzlarından yeni yeni çıkmış kanatlarını hışırdatarak durağa inen çakır keyif gözlü, laylon sakallı bir adam dans ederek boynuma sokuldu. dudaklarından dökülen telsiz sesinin cızırtılarında;

aralık kapıdan kararsız rüzgara! kığğğğttt. gel hadi. kığğğğğtttt.. öyle bir gel ki kığğğtttt... çığlıklar atalım. çığlık olalım. bizen gayrı herkes bizi martı sansın. kığğğğttt. tamam. sesi yükseldi. boynumun kumsallarına vuran bu gayrı resmi teklifin dalgalarıyla kendimden geçtiğimde gözlerim ehli keyif bir çift mavi göze uyandı. soran, önce gözlerle sonra dudaklarla;

günaydın. çok beklettim mi? dedim.

yoo dedi gülümseyerek. senin uyanmanı beklemek çok keyifli. ne görüyordun rüyanda?

yeni uyanmış bir kedi kadar keyifle gerinerek mırıldandım.

hiiç..seni beklediğimi.

Hiç yorum yok: