27 Nisan 2010 Salı

ufuk çizgisi



Gecenin bir yarısı kafam bi dünya aradım. Açmayabilirdi, buna da alınmazdım.
Onu kendimi bildim bileli tanıyordum. Belki de onu gördüğümde işte ben de böyle bir şeyim dediğimden beri...
Kocaman bir kalabalıkta, birbirimizi sezip, yapışmıştık ilk günden. Eğitim için yerleşmiştik otele ve ilk dışarı gecesinden sonra oda arkadaşlarımızı değiştirip birlikte kalmaya başlamıştık. Herkes sevgili olduğumuzu sanırdı. Biz de bunla eğlenirdik. Eğitimden sonra on sene hiç görmedik birbirimizi. Sonra bir gün hiçbirşey olmamış gibi karşılaştık. Cümlelerimizde onlarca ekstra özne, yüklem ve fiille kaldığımız yerden devam ettik, sorgulamadık.
Dün gece, çok içmiş olmanın da etkisiyle, ilk o aklıma geldi, aradım, duymadı. Tam sızacaktım ki beni aradı.
Uyuyor muydun? dedi.
Sızmak üzereyim, dedim.
Geçenlerde seni aradım Mazhar Fuat Özkana gidelim diyecektim. Hatta konserde de aradım duymadın dedi.
Tek seferde açıkladım
Aşık oldum.
Kim? şu art direktör mü?
Hayır, dedim Olma olasılığı yok ama engel de olamıyorum kendime.
Gülümsedi. Gözlerim kapalıydı ve çok alkollüydüm, o İstanbulda, ben Ankaradaydım, ama o kadar çok sarhoş olmuştuk ki birlikte, böyle birşey söylediğinde nasıl güldüğünü görmem için yanında olmama gerek yoktu.
Aşık olmak iyidir pınarım dedi, insana yaşadığını hatırlatır. Ayrıca biz ne zamandır olasılık hesabıyla aşık oluyoruz ki?
Gülümsedim. O da benim gülümsediğimi gördü eminim.
Geliyor musun İstanbula? dedi.
İzmirden çağırıyolar ama seni de çok özledim erken dönebilirim İstanbula dedim. Durdu.
İzmir çağırıyosa durup düşünmezsin sadece gidersin. İstanbul burda ben bekliyorum başını, sen İzmir'e git gel dedi.
Seviyorum seni dedim.
Hadi uyu dedi. Sesi bir yandan saçımı okşuyordu.

Yıllar önceydi. Eğitimin son günü Babylonda bir partide kafa kafaya verip sızmıştık. Bizi dürtüp uyandırmışlardı ortalığı temizleyenler. Odaya geldiğimizde meşhur siyah gömleğinin baştan aşağı kusmuk olduğunu sanmıştım. Aslında partide dibinde sızdığımız mumlar akmıştı üstümüze. O kadar sarhoştuk ki, gülmeye başladık ve durduramadık kendimizi. Bir süre düştüğümüz yerden hem gülüyor hem ağlıyorduk. Hüzünlü bi andı. Son günümüzdü ve belki bir daha bir arada olamayacaktık.
Aynı ses tonuydu, yine saçlarımı okşamıştı.
Hadi uyu

25 Nisan 2010 Pazar

panço





yeşil pançondan bahsediyordun bana
yağmur yağdığında paçalarını sırılsıklam yapan
dinliyor gibi yapıyordum ben seni
paçalarından akan bakışlarımı toplayamadan

saatler işe geç kaldın'ı
hava durumu parçalı bulutlu gösterirken
yeşil bir pançodan bahsediyordun
gözlerini yağmurumdan alamadan

çıkamıyor oyalanıyordum
dudaklarının kenarında

aklımda üç dize,
dün geceden kalan;

senle sevişmek gidip gelmektir aslında
dudağının kenarıyla
gülümsemen arasında

diğer bütün tanımlar yalan...

21 Nisan 2010 Çarşamba

panik - diskotek

sabahları mütemadiyen, metrobüste rock fm ve labamba dinlenir. kanallar arasında dolanırken yakaladım geçenlerde bu şarkıyı. son albümleri yeni çıkmış kurban'ın sahip'inden bir şarkı sandım. dinlemeye başladım. öyle bir kahkaha attırdı ki bana, metrobüslerde henüz beni tanımamış insanlar da benim ne kadar deli olduğumu anladılar. (deli olduğunuzu düşünen insanlar arasında gerçekten özgür olabilirsiniz. sistem çocuklara, yaşlılara, hamilelere ve delilere özgürlük ve oturma hakkı tanıyor sadece.) gelelim şarkıya; dün gece b.; "bu klibi yanıma oturup seyretmen gerek " dediğinde öğrendim ki bu şarkının deniz'in başka bir projesi panik'e aitmiş. klibi de çok eğlenceliymiş. daha önce izlemediğim için üzgünmüşüm, ama belki de dün gece seyretmem gerekiyormuş.
oynatalım!

en son ne zaman birini uyurken seyrettin?

burada sorgulamak istediğim; birlikte çok içtiğin için yan koltukta sızan arkadaşını izlemek değil tabi. sevgi ve özlem dolu bir seyirden bahsediyorum.
birini uykuda böyle seyretmek için meksika sınırına oldukça yaklaşman gerekir. uykuya karşı koymak, tamamen tek taraflı bir seyir hali, karanlıkta onu sezme çabası...
birini seyretmek istiyorsam, onun da bana bakıyor olması tercih ettiğim bir durum değildir. karşılıklı birbirimizin gözlerine bakmaktansa, çaktırmadan seyretmeyi tercih ederim.
ama uykuda birini seyretmek?
işte bu merkezden oldukça uzaklaştığının kanıtı değil midir dostum?
yorgun olmana rağmen, yatak serin, yanındaki de sıcak olmasına rağmen uykunun seni kollarına alıp uyuşturmaya hazır beklemesine karşı koyup, kaç kere, yanındaki adamın saçındaki beyazları, sakallarının yaptığı helezonları, boynundaki damarın atışını, kirpiklerini seyrettin ki? saçındaki beyazlarla ve benleriyle tanıştın teker teker?
teninin esmerliğini dilimlemeden ısırarak yedi gözlerin?
nefesini korkusuzca ve bıkmadan dinledin?
uykuya hangi nefeste dalacağını tahmin etmeye çalışıp, uykudaki titremelerin ne anlama geldiğini düşündün? ve o anlamlar murathan mungan'ın şiirlerini hatırlattı sana?
kim o kadar heyecanlandırmıştı seni hatırlıyor musun?
ruju dudaklarımda bir tur attırıp aynaya baktım.
hayır! dedim, inan hatırlamıyorum.

17 Nisan 2010 Cumartesi

nisan masalı


The Doors - People Are Strange .mp3
Found at bee mp3 search engine


tekerleme

camdan dışarı baktı. hava kararsız; ağlamakla, aldırmamak arasında. sigara paketine uzandı. 5 sigarası kalmış. son kalan 5 lirasına aldığı 3 liralık birayı markete iade edip, sigara alsam diye düşündü. laptopın sağ alt köşesindeki saate kaydı gözü. market bu saatte kapanmıştır.
uzun zamandır saat takmayı bıraktı. her yana zamanı hatırlatacak numaralar koyduklarından ve insanlar zamanı merak etmeyi unutmaya başladıklarından beridir. laptop'a bakınca saatlerdir dönen şarkıyı fark etti. ne kadardır dönüyor acaba? infected mushroom, people are strange çalıyor.
kaç dakikadır? kaç saattir? kaç nisandır?
şarkıyı mırıldanmaya başladı. 23 nisan'da geliyorlarmış bronx'a. çocuk bayramı. daha bugün gördü konser afişini, istiklal'e indiğinde. süpriz yapıp gelen, uzun zamandır görmediğin, beklenmedik bir arkadaş gibi. bir an çocuklar gibi sevindi.
kaç paradır acaba? ayakkabıları yırtık. yağmur başlamak üzere. her 23 nisanda hava hep böyle kararsızdır. evdeki diğer bozuklukları birleştirip bakkala gitse iyi olacak. yoksa bu yırtık ayakkabılar kesin su alacak.
bir sigara yaktı. cama baktı.
yağmur yağmaya başladı.
arap kızı anlattı;

masal

nisan,
ne yapacağı belirsiz bir kız çocuğu kadar kararsız
sevgisizliğinden değil
güneşe bile güvenemediğinden belki
aniden vuracakmış gibi sanki karanlık yağmurları...
makinalı tüfekler gibi tararken yağmur
erken kesilmiş saçlarını
dudakları,
henüz yazılmamış bir mektup zarfı kadar kapalı
susuşu karşılıksız bıraktığından değil
susamışlığıydı belki de
sözcüklere sığdıramadığı anlamları
ve böyle zamanlarda ardına bakmadan kaçardı



-kelebekler yağmurda uçamazlar küçük kız
kal burda
geçsin şu nisan saçmalığı-


nisan
savaşın en karanlık günlerinde
bir askeri bekleyen genç kız kadar yalnız
ordusu vurulurken
yenilirken
geri çekilirken bile olsa
yolu geçerse diye şehrinden
yağmurları, kaçırılmış trenlere uğurladı




-ve aylardan nisandı
gökten yağan mermiler gibi yağmuru bekliyordum
cephede, mermi seslerine inat
şarkılar söylüyordum kulağına
inanıyordum ki duyuyordun beni

tüm bu dikbaşlılığım
dere misali akan boynundan
vaftiz edilirken
siper olduğum göğsüne
ve can verirken o çamur deryasında,
kız kelebeği, nisan
avuçlarımda yine senin yanakların
aklımda senin narin ellerin vardı
aylardan nisandı.

yağmurlar kelebek kanatlarına sığmazlar küçük kız
kal avuçlarımda
geçsin şu insan saçmalığı-


yağmur başladı

kaçmalısın sen de benimle!
insanların öldürüldüğü hiçbir savaş
bizim olamaz anladın mı?

13 Nisan 2010 Salı

lay lay laa la lay la laa laa lay lay lay la lay la lay la laa la



şimdi sana diyebilirim ki
senden kalan
-dibine kadar açmış-
bir güldür ve
-dibine kadar açılmış-
yaramdan akan
gül rengi kan

diyebilirim ki
ah hatıran
ah
gül rengi kanayan yaram
gökyüzünde soluktur yıldızlar
ve denizin dalgaları sunar
dinlemek için maviliğini
dünyam susar.

diyebilirim ki sana,
kıskanırım
(mesela)
kıskandıkça
depreşir yaram.

yalan!
oysa
bir uzun gecenin kıyısındayım,
uzunluğu kıyısında oturduğum kumsalla yarışan.
neşeli dalgalar

kumsalda
kumsal kadar uzun boylu bir esmer adam
uzun boylu esmer sesi
daha neşeli
dalgalardan

henüz köpürmüş
bir dalganın kumlara vuruşu kadar taze
her seferinde
nefesi eflatuni rüzgarlar gibi
vururken kıyılarıma hevesle

öyle tarifsiz bir an'a oturmuşuz
anlayacağın
halliceyiz sultanlardan
bilmiyoruz sonrasını
umursamıyoruz da bize sorarsan


şimdi
- bu ahval ve şeraitte-
diyebilirim sana
ah yaram,
ah güller,
ah kan

aslına bakarsan
senden kalan acılar
-dibine kadar-
kapanmış
güller kurumuş
pıhtılaşmış çoktan kan

"Uzak Fesleğen" | Jan Ender Can

uyandığımda yeni uyumuştu yalanların,
gerçeklerin henüz ben uyanmadan çıkmıştı,

boğazıma düğümlenmiş gece'nin sağanak saçları,
inlerken sokaklarda,
çözüp düğümlerini o küçük kızın,

hıçkırarak ağlamıştı.

cevapla ömrümü!


Jan Ender Can, ışığı emen karanlıkların derin doğruluğudur. Kelimelerin özüne tutunmaktır. Tüm acıları anlamlarına gömebilmek ve orada onlarla ölebilmektir.
Onun ilk okuduğum şiiri; Uzak Fesleğen.
Öyle çok gece, öyle çok gözyaşı ve aynı kelimelerde atlayan öyle çok gözbebeği vuruşu vardı ki üstünde, sonunda biraz Jan, biraz uzak, biraz fesleğen olmuştum. Esip, esinlenip, Jan'mış gibi yapmıştım.
Üstteki benim esinim, alttaki Jan Ender Can'ın orjinal Uzak Fesleğen'i. Bazıları karıştırıyorlarmış. Belirtelim istedim.
Hatırlıyorum da, yağmurun inadına şemsiyesiz ve yalnız bir geceydi. Hera'dan Karga'ya inmiştik ağır aksak. Ağır bir Kadıköy karanlığı vardı. Belki ondaki karanlık yüzünden daha kararmıştı gece, belki de Radiohead çaldığındandı. Dünyadaki tüm biraları içmek geliyordu içimizden. Islak, soğuk, yalnız kalmış anılar yağarken masaya içimizden geldiği gibi konuşuyorduk. Acılarımın bir yerinde durduk yere Uzak Fesleğen demiştim de, o da yanıtlamıştı;

"Gerçekten acıtıyor değil mi?"




cevapla ömrümü
sevmezsen
en ihtiyar yerinden tut
eskicilere ver
seversen
menekşelerin kadife düşlerine gizle
ama içimizden ve içimizde
ne ölürse ölsün
yalnızca yağmurlu günlerde
sana yazılan bu mektubu
okunma günü gelmeden
delirmek zorunda bırakma
sana yazdığım gökyüzünü
yalnız bırakma, uç!
cevapla ömrümü

ben senin balkonunda oturum
sen benim defterlerime bakarsın
içimdeki uçurumun dibi ayağa kalkar
içindeki dağın doruğunu öper
sevdiğin şarkıları dinleriz
sevdiğim küfürleri edersin
sana dokunurum
sen dokunmamı avuçlarına yaslayıp
yemin edersin
sen yemin ettikçe
benim kalbim sarsılır
benim kalbim sarsıldıkça
senin dudakların uzar
çayırların manasını çatlatmak için
koşan taylar gibi koşarsın aklımda
delirmek için adını öpüp uyanırım
cevapla ömrümü

gidersem
korkudan ayakların eriyinceye kadar
peşimden gel
gidersen
seni göremediğim her günün ortasına
gözlerimi doğrarım
ve biz kaybedersek
sonumuz bir fesleğen için
kimsesizliğin ağzını ağzına alıp
kıyamet günü gibi haykıran iki ayrı gece olur
cevapla ömrümü

bana yaralarını ver
veya kanamak için al! kanımı kullan!
bana
bir denizin bir çocuğun incinmişliğini
dalga dalga tasvir ettiği gün gibi sarıl
gözünü hiç kırpmadan
ruhuma ruhum dediğin o gün
kainattın taşakları genişleyinceye kadar
sevişirim seninle
yanlış da olsa cevapla ömrümü

adresim;
hiç yağmamış yağmurlar caddesi
ölüp gitmiş herhangi bir şair sokak
no; 8 Sanki Beyrut

12 Nisan 2010 Pazartesi

Haber - Doğa Derneği


Soru: Çevreci! Banka Garanti, Hasankeyfi yok edecek krediyi verir mi?

Haber - Doğa Derneği

Bruno Barbey "May 68" Fotoğraf Sergisi (19 Nisan Cumartesi 12:00)


Fotografevi; Magnum Photos'un en önemli fotografçılarından Bruno Barbey'in dünyaca ünlü çalışması "May 68" sergisini İstanbul'lu fotograf ve sanatseverlerle buluşturuyor.

Fotografevi'nin her iki katına yayılacak sergide 1968'de Paris sokaklarında yaşananlara Bruno Barbey'in objektifinden tanık olacağız.

1968 olaylarının 40. Yılı dolayısı ile Fransa, İspanya, İngiltere ile eş zamanlı olarak İstanbul'da açılacak olan sergide katılımcılar bu seri için hazırlanmış videoları da izleme olanağı bulacaklar.

Daha önce İstanbul Modern'de açılan "Magnum Fotoğrafları ile Türkiye Sergisi" içinde fotografları Türkiyeli fotografseverlerle buluşan Barbey'in bu sergisi Türkiye'de açılan ilk kişisel sergisi olma niteliğindedir.

Bruno Barbey hakkında;

Bir Fransız vatandaşı olarak Fas'ta doğan Bruno Barbey 60 yıllık Magnum fotoğraf ajansının kırk yılında yer almış bir sanatçı. İtalya, Polonya gibi ülke monografilerinden Paris'teki siyasal olaylara; savaş bölgelerinden iç çatışmalara birçok calışması bulunmakta.

Ayrıntılı Bilgi için: www.brunobarbey.com

11 Nisan 2010 Pazar

sunliness

erkek olmak özürdür, kadın olmak hastalık

kadın olmak,
bazen yanlış adamlara da aşık olabilmektir.
en kritik anlarda kalbiyle hareket etmek ve sonunda en çok da kalbini yaralamaktır. birşeylerden kısmaya çalışırken içinden gelen bir dürtüyle ve şuursuzca gördüğü herhangi birşeyi almaktır. alışveriş krizlerinin ardından aldığı bir beden küçük şortu dolaba atıp ona girebilmek için başlarda sabırla, sonra arada sırada spor yapmak ve sonra neden zayıflaması gerektiğini ve dolapta kalan bir beden küçük şortu unutabilmektir.
kadın olabilmek ve kadın kalabilmek için her gün birkaç saat ve haftada en az bir gün yalnız kalmak, en büyük ihtiyacının temizlik ihtiyacı olmasıdır. çiçeklerini sulamakla yetinmeyip onlarla konuşmak, kedi seviyorsa kedilerle, köpek seviyorsa köpeklerle, kuş seviyorsa kuşlarla, hiç hayvan sevmiyorsa çocuklarla oynamaktır. içindeki anneyi doyurmaktır.
can sıkıntısını yemek yaparak yenmektir. yemek yapmak bir çeşit ayindir kadın için. malzemeleri almak, müzik açmak ve doğramak, kavurmak, kaynatmak ve pişirmektir. sonunda o yemeği birilerine yedirme ihtiyacıdır.
kadın olmak anlaşılmazlıktır. biraz anneliktir, biraz sevgililiktir, biraz kardeşlik, biraz dayanılmazlık biraz kıskançlıktır. kontrol dışılıktır.
canı sıkkın olduğu için ya da mevsim değiştiği için saç rengini değiştirmektir. mevsim gibidir kadın. değişkenliktir. ne zaman değişeceğini kendi bile bilmemektir.
kadın olmak hastalıktır.
erkek olmak?
özürdür.

True-man

İşten ayrıldığım bir dönem Sims oynamaya başlamıştım. Bir süre sonra kendi kurduğum mahallede, kendi yarattığım insanların, sanal hayatlarını yönlendirme işine o kadar kafamı takmıştım ki gün boyu başından kalkmıyor rüyamda bile yarattığım kişilikleri görüyordum.
Sağ tuş, yemek yap, hindi rosto. Ye. Yemeği bırak. Sağ tuş, müzik setinin başına git, sesi aç, dans müziği, dans et. Sağ tuş, flört et, flört et, konuş, aşık ol, evlenme teklif et. Sağ tuş banyo yap. Sağ tuş, uyu. Sağ tuş, uyan. Sağ tuş, itaat et....

Şöyle bir sahne var gözümün önünde; Ayrıldığım işyerinden arkadaşlarım biraz nasıl olduğumu görmek için biraz da işten kaytarıp eğlenmek için yanıma gelmişler. Müzik açmışım, kahveler yapılmış, muhabbet ediliyor ama ben bilgisayar başında sims oynuyorum. Nalan yanıma oturmuş ne yaptığımı anlamak için. Uzun süre beni seyredip, sonra gülerek; "Tanrı olmak böyle birşey işte!" diyor. Gülüyoruz.
Geçenlerde bir arkadaşım "Okumaktan bıkmadın mı?" , bir başkası Ezilenler'i okuduğumu söylediğimde küçümser bir tavırla "Daha yeni mi okuyorsun?" diye sordu.
Bu hafta içinde iki farklı arkadaşım da, bir konuyu anlatırken konuyla alakasız olduklarını düşündükleri başka konulardan bahsedip sonra bu konuları bir yerde bağladığımdan bahsetti.
Bu akşam uğrayan hocamla havadan sudan konuşurken, çocukluğumuza kadar gittik ve bir ara şöyle dedim; "çocukken durmaksızın okuduğum için ailem bana kızardı. Okumayı öğrendikten sonra okumamak kadar aptalca bir tavır olabilir mi? Zaten 7 sene okumamışsın. Neden durayım ki?"
Hala okumadığım kitaplar, seyretmediğim filmler, gidip görmediğim yerler var. Truman show da izlemediğim filmlerden biriydi. Bu pazarı evden çıkmama günü ilan edip Futurama'nın 4. sezonunu temizledikten sonra Truman Show'un başına oturdum. Bir yerlerde bir tanrı var ve bizi Truman yerine koyuyor.
O sağ tuşu bir bulursam, bütün komutları dağıtıp sonra da birleştirmeyeceğim.

Futurama

Simsonların yaratıcılarından favori çizgi filmim. 30lu yaşlarda bir kadın (Özgür düzeltiyor; 35) neden hala çizgi film seyreder ki? dememek gerek. Futurama candır. Hayatın özüdür. Hem komodor hem de uzay gemilerine inanmaktır. Uzaylılarla hayatı ümid etmek, evrenin sonunu kafaya koymaktır. En yakın arkadaşının alkolik, sigara ve kumar bağımlısı bir hırsız robot olabilitesidir. Gülmenin şehvetle bağlantılandırıldığı ve yasaklandığı aydınlanma devriminden öncelerde olsa Gülün Adı kadar yasaklanırdı. 80'lerin çocukları, uzay çağından ümidi hala kesememiş, 2binlerin orta yaşlıları için günışığında yürümektir Futurama. Kısaca, kendini iyi hissetmektir.
İkinci video "walking on sunshine"ın en sevdiğim hali, John Travoltalı, Look Whos Talking'deki çıldırtıcı sahne. Şimdi o sahneyi ekleyince nedense John Travolta'nın Elvis taklidini eklemeden duramadım. Söylemedi demeyin, duramadığımda çok tehlikeliyimdir.





8 Nisan 2010 Perşembe

karalar bağlamak

Her kadın; bazı zamanlar tamami ile ya da her zaman biraz, zaman zaman öldükçe ve oldukça Amy'dir.




aşka olan inancımı boğazladılar bir gece, alacakaranlıkta.
gözü karalığımın, ellerini, kollarını, gözlerini bağladılar sen zaten gidiyor olduğunda.
zavallı anladığında, haykırarak ağladı, kemirgenlerin etlerini sıyırdığı anılarımızın başucunda.
insanlara güvenim; hali kalmamış, elden ayaktan düşmüş ihtiyar köpek!
mezarını kazdırdılar acımadan o haliyle.
sevgimin içtenliği henüz kim vurduya gitmemişti.
atıldı otoban kenarına, zanlı; biz!
kalabalık, organize bir çete.
kurduğum sevgi sözcükleri yıkıldı önce büyük bir gümbürtüyle. altında kaldı tüm anlamları.
umutların meczup oldu dediler sonra, hayallerim uzun zamandır çektiği sıtmadan titreyerek can verdiğinde.
beyaz gömlek giydirip tıktılar akıl hastanesine. bir haftaya kalmadan haberi geldi. asmış kendini kemerle.
katliam diye bahsederdi üçüncü sayfalar bu olup bitenden,
kendilerine sorulsa.
ağzına dayanmış 45likle bu mektubu bırakmıştı sabah uyanmalarımız,
gecenin bir karasında.
ışığa az kalmış rahmetsiz bir alacakaranlıktı kalbimi toprağa verdiğimizde.
sen ona dönüyordun; alaca,
ben, bizle kalan karaya; karanlığa.

Gökyüzünün Bittiği Yer...




http://www.uzayshop.com/

Francis Bacon

7 Nisan 2010 Çarşamba

bir gün gelecek ve herkesin bir kitabı olacak

İlk insanın ilk konuşma çalışması (ki burada ilk insan yerine homo erectus, neandartel ya da tricopus gibi sözcükler kullanarak sana hava da atabilirdim ama derdim sana birşeyler ispatlamak olmadığından yazı bir sohbet havasında devam edecek) bir şaşkınlık ya da acı sonucunda olmuş olmalı diye düşünüyorum.Ve yine bana göre kesinlikle "aaaa" sesi ile başlamış olmalı.
gözümün önünde onlarca senaryo geliyor. aslında, öylesi bir dünyada herşeye şaşırabilir değil mi ilk insan? Dinazorlar, devasa dalgalar, depremler, patlayan yanardağlar, salgın hastalıklar ve fırtınalar arasında (dinazorlar dışında değişen ne var ki diyeceksin? ben de sana; onlar da değişmedi dostum! diye yanıt vereceğim ama konumuz bu değil)
konumuz ne? diye soracak olursan,sevgili okur, parantez dışına taşmana aldırmadan, konunun; konuşma ve iletişim ihtiyacı olduğunu hatırlatacağım sana.
taa big bange geri dönmeye gerek var mıydı diye sorgulamaya başlamadan önce son zamanlarda sıkça duymaya başladığım bir konuya çekmek isterim seni.
ama yazı benim olduğuna göre konuyu burada bir görünmez parantezle bölüp neden bundan bahsettiğimi de açıklayayım. uzun zamandır okumadığım oğuz atay'ın korkuyu beklerken'ine kitlendim son bir haftadır. insan okumuşken böyle kitaplar okumalı diye düşündürüyor böylesi yazarlar insana. beyaz mantolu adamın sessizliğine bürünüp, çatı katında unutulan eski sevgiliyi bulmuş olmanın şaşkınlığıyla, ne evet ne de hayır diyemeden sadece; beni çok yalnız bıraktılar sevgilim diye inleyesi geliyor hatta.
belki kendisiyle ilgili beklentimin çok yükseltilmiş olmasından, belki de oğuz atay'dan sonraya denk gelmesinin şanssızlığından, sema kaygusuz'un "yüzünde bir yer"'ini okuduğumda beklediğimi o kadar bulamadım ki, canım sıkıldı. üstadın hikayeleri nasıl su gibi, yağmur gibi, rüzgar gibi akıyorsa, sema'nın önüme çıkarmaya çalıştığı yol o kadar taşlarla kayalarla dolu ve o taşlıklı yoldan yürümeye sonunda değmeyecek bir hikaye halini almıştı. birşey mi anlatmaya mı yoksa okur dövmeye mi çalışıyor anlamadım.
her kitap şeklindeki sayfa topluluğuna kitap, her kelimelerle nasıl oynadığını ispat etmeye çalışana yazar denmemesine karşıyım.
gelelim sonuç kısmına; kime selam versem kitap çıkarıyor bugünlerde. geçenlerde karga mecmuada bir yazarın 250 (evet adet olarak ikiyüzelli) satan şiir kitabı hakkındaki geyikleri okuyunca gülümsedim kendi kendime.
bilgiye en hızlı ulaşıldığı ve bilgi kirliliğinin hava kirliliğini aştığı üçüncü dalga çağına geldiğimize göre, nasıl bir zamanlar hepimizin msn adresleri, cep telefonları, facebook hesapları olduysa yakın bir zamanda ya herkes 15 dakikalığına ünlü olacak ya da herkesin bir kitabı olacak heralde diye düşündüm. özgeçmiş misali taşıyacağız kitaplarımızı yanımızda. selamlaşma ardından birbirimize kitaplarımızı vereceğiz ve hiçbiri okunmayacak.
çok mu ütopik geldi?
hatırlar mısın? bir zamanlar hava kirliliğinden okullar tatil olurdu. bilgi kirliliği nedeniyle hayatın tatil olduğu bir gün olacak mı sence?

5 Nisan 2010 Pazartesi

neden?



yıllardır soruyorum, bu soruyu "kendime"; Allah'ım, "bu" dünyaya, "ben" niye geldim. (bknz.. en'el hak)

4 Nisan 2010 Pazar

Pazar Gecesi Sineması; 9

Alice in the Wonderland'e can veren, Tim Burton adıyla,
Ki, o vardı hayatımızın her aşamasında...
Bazen Çikolata Fabrikasında Charlie'ydi,
Bazen saldırdı aklımıza Mars Attacks!la...
beetlejuice'la sevdirdi böcekleri
Korkmadan şarkılar söyledik Sweeney Todd'la.
Haykırdık: Haksızlığa uğramış Berberler Aşkına!

De ki; Tim Burton 9'u yaptı.
Ona ruhundan parçalar kattı.
Hepimiz ondan gelip ona gidiyoruz,
Bize de keyifle seyretmesi kaldı.




http://www.film.izlesek.org/9-filmi-izle/bedava-9-filmi-izle-izle.html