30 Kasım 2010 Salı

tabanca ve mandalina

Evvel zaman iken, deve tellal iken, saksağan berber iken. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. İp koptu, beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Dar attım kendimi dışarı. Kaç kaçmaz mısın? Vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye. Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye. Tozu dumana kattım, Edirne'ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar delidir diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye. Bereket inandılar, tutup beni saldılar. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım.

Bir varmış bir yokmuş, Konstantinapolun Harbiye semtinde bir cadı yaşarmış. Bu cadının iki adı iki de kedisi varmış. Kedilerinden biri özgür olan çamurmuş. Cadı bu eve taşınalı, çamura uzak durur olmuş. Hamur o küçük etekli kızmış. Hep çocuk kalan, sehpaların altına gökyüzleri çizip altında yatan, parmak emen pınar. O kimsenin görmediği ufacık bahçeli, uzun koridorlu, yerin altındaki bu köstebek yuvasında, dört kadın birlikte kalırlarmış. Evde tam bir kast sistemi varmış. Anaç pınar hakimiyeti ele alıp evin sorumlusu oluvermiş. Tüm işleri o yapıyormuş. Çünkü özgür büyük bir depresyon içindeymiş. O kadar silikmiş ki bu evde zar zor kitap okuyor, çok az çiziyor, Allahtan sadece yazabiliyormuş. Çamur özgürün bu silikliğinden nefret ettiğinden var gücüyle onu geri çağırıyormuş. Camın önüne dikilip, gözlerini dikip bakıyormuş özgüre. "Hadi bahçeye gidelim. Kuş kovalayalım, köpeklere kafa tutalım, yakışıklı esmerlerle oynaşalım" diyormuş. Ve pınar gidip camı kapatıveriyormuş. Alıp Hamur'u kucağına dizi açıyormuş.

O sıkıcı ve boş iş gününden sonra, sadece secunun yemeğini düşünen özgür, işten çıkıp koşa koşa eve gelmiş. Pınar evde kalıp Hamuru emzir, Özgür de; hadi kızım çıkalım artık diyormuş.
Gittiklerinde çok eğleniyormuş yine özgür. Pınarsa durmadan, hadi kalkalım hamur evde...
O sabah pınar kötü bir şey yapmış, işe yetişmek için çamuru dışarda bırakıp çıkmış. Yemek de bırakmamış. Çamurun ortak bahçeye bakan her evde bir kabı olduğunu bildiği için rahatmış. Özgürse yol boyu dönelim ikisini ayırmak hiç iyi bir fikir değil diyormuş. İşe gitmişler. Özgürde hep bir huzursuzluk. Boş, verimsiz ve sıkıcı bir gün olmuş. Eve geldiklerinde Çamur yokmuş. Hamur yalnızlıktan çıldırmış. Sürekli söyleniyor, hırıldıyor ve tek düşündüğü parmak. Pınar bir eliyle hamuru emzirirken, özgür netten ernestoyla yazışıyormuş. Tek elle. Görüşelim demiş ernesto, ısrar da etmiş ama, onların hali yokmuş. Perşembe olsun deyivermiş. Sonra da, hadi secuya gidelim demiş özgür.
Secu nefis yemeklerle arkadaşını ağırlamış. Çorba nefismiş. Et yemeğine dokunmamışlar. Mis gibi ekmeğin içine patlıcan, roka ve sarımsaklı yoğurt koyup mini sandviç yapıp yemişler. Kahve içip fal kapatmışlar. Özgür uzun zamandır fal işini pınara bırakmış. Pınar gayet mantıklı ve bilimsel verilerle falını bakıyormuş. Söyledikleri doğruymuş ama yapabileceğinin çok azını kullanıp işini sağlama alıyormuş. Özgürün açıldığından emin olduğu üçüncü gözünü kullanmasına izin vermiyormuş. Cadımız fal sınavını geçer dereceyle atlattıktan sonra uzanmış.
Bu arada secu, onun falda gördüğü kafasında terazili adamı anlatıyormuş.
Sıra cadının falına geldiğinde secu anlatmaya başlamış. Özgüre bakıyormuş bu falı.
Aç şu siktiğimin gözünü, kullan artık demiş. Özgürü göremiyorum. Özgür tatilde diyorum ama çok özlüyorum onu. Sen pınar olmuşsun ve küçük kızlığında nasıl olmak istiyorsan, öyle kalmak istiyorsun. Ama çok yakında bir yüzleşme yaşayacaksın. Ve ondan sonra kafanda yanan, bu ampülü takıp ışığı yakabileceksin, demiş.

O sırada Buda aramış. Onu görüp öyle gidelim demiş, özgür. Sonra muhabbete başlamışlar. Özgür ne kadar özlediğini hatırlamış, sevdiği cadılarla takılmak ne güzelmiş. Eve dönmüş hamur hala çıldırık. Aldırmamış. Çamur için yem koyup camı açmış. Açmış bilgisayarı, müzik çalıp, bir masal efsunu yazmaya başlamış.

Efsununu bitirdiğinde kendini her zamankinden uyanık hissetmiş. Falını düşünmüş. Secu ne demiş? Biri var elinin üstünde tutuyorsun. Karar ver ne olduğuna. Sagiyi düşünmüş. Sagi ibranicede yüce ruh demekmiş ve o gerçek bir yükseltici yoldaşmış.

Sagi'nin Nahlayla ayrıldık dediği anı düşünmüş. Hayır onu dostça seviyormuş. Eğer biriyle olmak istesem bu Ernesto olurdu demiş, pınara. Ama Sagi mükemmel adam, diye mızmızlanan pınarı hayal denizinden çekip çıkarmış.
Gerçek hayata dön artık! Sen o hayal aleminden dönmedikçe ben de gerçek dünyaya dönemiyorum!
Gmaile girmiş. Sagiden gelen maili görmüş, açmış. Sagi o pazarla ilgili Secuya bir şiir yazmış. Saginin bir önceki maili gelmiş aklına özgürün.
Secu ne güzel kız değil mi? Onu ilk gördüğü gün aynı şeyi düşündüğünü hatırlamış. İlk gördüğünde, ya bir daha göremezsem diye, alelacele yüzünü karakalem çizdiğini ve hayatında gördüğü en çekici yüz olduğunu düşündüğünü, hatırlamış.
Gülümsemiş.

Yüzleşecek başka bir şey kaldı mı? diye düşünmüş. Bir de işi varmış artık. Onun için uyuması ve yarın işe gidebilmek için kalkması lazımmış, ama gecenin ikisinde, şimdiye kadar hiç bu kadar hafif, uyanık ve mutlu olmadığını düşünmüş. Yine gülümseyerek Saginin secuya şiirini okumaya başlamış.
Henüz bitmemiş Pazar günü bölümündeki dört kişinin ayrı ayrı yaşadığı gerçekliği düşünmüş. Herkes farklı hissetmiş o gün. Ama elle tutulur tek hatırası, bir tabanca ve mandalinmiş.





A gun and a mandarin
Derby in two hours
Galata Saray say goodbye to your mother

A gun and a mandarin
Derby in an hour and a half
Until than koru pasta with tea
and a beautiful girl

A gun and a manderin
Galata's farewell
Card game and marijuana
The beautiful girl falls asleep with someone else



En sevdiğim sahnelerden biri, matrixin birinde, neo'nun kurşunları tuttuğu, herşeyi çözdüğü ve üçüncü gözünün açıldığı sahneydi.

Diğer favorim de; kahinin, neo vazoyu devirdikten sonraki repliği;

Eğer ben dikkat et demesem, yine de vazoyu düşürür müydün?

29 Kasım 2010 Pazartesi

Hamur uzanmış yatıyor, ama gözleri açık, uzaklara dalmış birşeyler düşünüyor. Sigaradan diye düşünüyorum. Dumanaltı olduğunda sessizleşiyor geveze tombik. Çamur dışarda, miyavlıyor. Çok yoruyor beni son günlerde. Biz bu evde üç ev arkadaşı gibiydik ve aramızdan biriyle sorunumuz var, anlaşamıyoruz. Seviyoruz onu, ama dayanılmaz bir kedi. Adı üstünde Çamur. Doğaya ait ve burada, bu evde iki arada bir derede kalıyor. Durmaksızın bir içeri, bir dışarı giriyor, eve girdiğinde de üşengeçliğinden kilime sıçıyor. Çok yoruldum.
Dün Sagi, dışarda gözüme bakan Çamur'a, "ne istiyorsun benden?" diye sorduğumda, "just attention" demişti. Ben de tek istediğinin ilgi olduğunu kabul edip, Pazar günü boyunca ona çok iyi davrandım. Sürekli Saçunun sözleri aklıma geliyordu;
birini bebeğin gibi kucağında emziriyorsun, diğeri dışarda. Haksızlık yapıyorsun.
Ama işte ilk günden eve geldiğimde bizimki yine Arap Kadriyle işi pişirmiş, bütün mamayı bitirmiş, itişirken bütün çiçekleri parçalamışlar. Hamur bir yere sinmiş, bir yandan söyleniyor, bir yandan titriyor. Bu akşam Çamur'la ayrılmaya karar verdim. Hamurla sarılıp uyuyorlardı, gün içinde arkadaş olurlar diye düşünüyordum ama Hamuru da rahatsız ediyordu. Hamur dışarda yaşayamaz ama Çamur yaşar. Zevk de alır bundan.
Dün hediye edilen mavi battaniyem, mavi sıcak su torbam ve leylayla çay zamanı.
Tabanca ve mandalina resimleri gelmiş. Ne kadar eğlendik Pazar günü. Durmaksızın yürüdük, parklarda oturduk, silah attık, slogan attık, tavla attık.

Cumartesi de durmaksızın yürümüştük Sagiyle. Önce Mecidiyeköye, sonra Beşiktaşa. Onu otobüs durağına bırakıp eve dönerken, bir yandan konuştuklarımızı düşünüyordum;

Kimi görmek isterim biliyor musun?
Mazhar Alanson.
Onun sesi çok erkeksi ama aynı zamanda hüzünlü.
O evli mi?

Evet diyorum, çok da güzel bir kadınla.

O çapkın görünüyor. Filmlerinde, öyle değil. Ama bence normalde çapkın biri.

Portakal şemsiyesi bende, kocaman. Yağmur yağmıyor sanki, ama şemsiyenin kocaman turuncu aksinin altında durmak hoşuma gidiyor. Yine de kapatıyorum. Şemsiyenin cırt cırtını takarken Mazhar Alanson'un sesini duyuyorum. Kafamı kaldırdığımda Fuat'la sohbet ediyorlar. O an Beşiktaştaki durağa koşup Sagi'yi alıp gelmek istiyorum bi an. Ama ya otobüse bindiyse? diyor kafamdaki ses. Çok saçma.

Telefona gidiyor içimdeki el. Ama Sagi'nin telefonu yok. Ona mail atmalıyım diyorum. Hızlı hızlı çıkarken o kokoş çiçekçinin önünde üç koca torba görüyorum. Çiçek dolu. Gözlerime inanamayıp, kontrol ediyorum. Hala sağlamlar ve gerçek çiçekler. Bir buket yapıyorum. İçimdeki ses, araban olsaydı ne güzel atar bagaja eve getirirdin diyor. Evin içi çiçeklerle dolsa güzel olurdu. Ama araba olmadığından buketimle yetinip, eve dönüyorum.
O gece çok yazdım. Mutluydum. Gece Sagiyle uyumuş, sabah Sagiye uyanmıştım. Melaike Sultanla konuşurken yazmam gereken metin çıktı. O gidince ben de deliler gibi yazdım. Sözde erken yatacaktım ama gece üçte hala son bir kez okuyup ek yapıyordum.
Geçenlerde Secuya Övünçün bayılana kadar koşmak isteğini anlatmıştım.
Robbie Williams'ın klibindeki gibi. Övünç bir gün öyle koşmak istemişti. O gece, ben de bayılana kadar yazdım.
Kafam düştü, uyumadım, bayıldım.

27 Kasım 2010 Cumartesi

top rock

Rüyamda buluttan bir tahtın dibinde oturan kızıl saçlı bir kız çocuğuyum. Tahtında sevecenlikle, Cenabı Rabbin mucizesi ve rahmeti, Melaike Sultan hanımefendi oturmaktaydı. Bir yandan saçlarımı kedi gibi okşarken, diğer yandan sevgiyle beni dinliyordu.

uyumadan önce blogu karıştırırken, fark ettim ki şiiri unutmuşum bi zamandır
hikayeye dalmışım, belki de kendine şair denen zirtapozlar yüzünden, şiiri de bi yabancılıyorum son zamanlarda, fazla şaşaalı geliyor, ama eğer bendenize ayıracak vaktiniz varsa melaike sultan, sizinle bir kaç naçizane şiirimi paylaşmak ve görüşlerinizi almak isterim. dedim.

senin dolaşık aynan
benim yüzümü alır mı?
sustuğumu okur mu?
sarp bilmez gözlerin
demeden sezdirmeden
gider mi?

göğe asılmış ellerim
kelime alır mı dua
dalımı vuran artar mı
eksilir mi?

o gitti
ya benden kopan döner mi?

durdum. murathan mungan. hani bi işe başlarken allahın adını anma babında bismillah dersin ya murathan da şiirde bismillah gibi bence dedim.

Melaike Sultan, gözleri dolu dolu, ama o sanatsal dudaklarıyla gülümseyerek, ne güzelmiş dedi. şiiri sevmeni seviyorum. şiiri ben de seviyorum, seni de seviyorum, özgür. iyi ki hayatımdasın. bak, gözlerim doldu, hani diyosun ya, sevgi dolu bir kalbin var senin diye, gerçekten öyle, hepinize yeter sevgi var bende. dedi. istediğiniz kadar alın. kendinizi mutlu hissedecekseniz.



sana melaike sultan dememin, bir nedeni olmadığını mı sanıyorsun. dedim.sen bana gönderilen meleksin, içi sevgi dolu, tek istediği sevgi ve mutluluk olan. hem de meleklerin en güzeli. yani sultanı. dizine uzanmış ışıkların arasından bukleleriyle oynayarak anlatıyordum, o yüzden adı melaike sultan, ama erkek gibi kız olduğundan ve candan bir parça olduğundan, soy adı; er can, melaike er can sultan hazretleri.

Melaike sultan mutlu bir kahkaha attı. (aşk mutlu bir kahkaha gibidir)
yerim ben seni hayatımın ışığı.

ben dramatik bir hareketle diz çöküp şiirlerimden birini okudum,

her aşk öldürmektir biraz
aşık olduğun ben'i
sen de
öldür bakalım
ölürü var mı
bu aşkın sevgili

Melaike Sultan derin gözleri uzaklara dalarak, huşuyla; ne güzel ama, ne güzel dedi...

burada şair, aşkı bıçaklayan sevgilisinin gözlerine dimdik bakıp, siktiri çekmektedir. minvalim küfürdür arz ederim, diyerek abartılı bir reveransla yan döndüm. ayaklarım bulutların içine gömülüyordu. eteğimi sallayıp, eteğin paçalarındaki çimen, çiçek ve bulutların arasından, oynayan ayak parmaklarıma bakıyordum.

Melaike Sultan bir an yukarıdaki büyük adama bakıp fısıltıyla, iyi ki şiirde var, diye gülümsedi. Keşke tüm küfürler böyle olsa.

Ben de mutlu bir heyecanla sıçrayıp, kollarımı açarak başka bir şiire geçtim.

dilin neler söyleyecek sevgili?
neyin tadı ucundaki?
hangi bakla?
hangi akla?
hangi?
bir ucundan diğerine
kaç fersahtır sözlerin?
bana sorma
bakışlarım lal
sözcüklerim ama
tüm efendi görünen şapkalı harflere inat
kalbim sus
pus
yapabilirsen
bu puslu cümleyi
uzat
dilini
dile gel
dile
dileğimi

Melaike iç çekerek, keşke yalnız bunun için sevebilseydim seni... dedi

gülümseyerek devam ettim, bana sorma, bakışlarım lal, sözcüklerim ama, tüm efendi görünen şapkalı harflere inat... burada lal ve ama böyle yazılmaz. şapkalıdır onlar.
bilerek dilbilgisi hatası. Oraya şapkayla efendice bir işaret koymuşum. özür dilerim konuyu dağıtıyorum Melaike Sultan hazretleri, kendimi tanımaya çalışıyorum da, bu sıralar. ilk defa başkalarının gözlerinden bakıyorum kendime. Bu arada ayaklarımın dibinde sarılarak uyumuş Hamur ve Çamur'uma bakarak, aç parantez. hamur rüyasında parmak emiyor. kapa parantez, diyerek gülümsedim.

Melaike Sultan da hamuru kucağına alıp gülümsedi. dün akşam kardeşim bile dedi ki, ben hamurla, çamuru özledim. Aç yine parantezi, Kardeşi Eros idi. Afrodit’in oğlu Eros küçüklüğünde, bir oyun oynarken kör olur. Ancak Eros “aşk tanrısı”dır ve bir tanrı olarak işini yapması gerekmektedir. Kör olduğu için Eros’un attığı oklar Eros’un istediği yerlere değil saçma sapan yerlere isabet eder. Böylece aşk ota da boka da konar. Çünkü, aşkın (en azından tanrısının) gözü kördür.Kapat artık.

konuyu dağıtmak istemiyordum, altımızda bulut yapmak için, durmaksızın tüttürülen barış çubuklarının kokusundan kafam karışmıştı.

ne diyordum? ernesto dedi ki, fotoğraflarını ilk gördüğümde kendinden emin biri olduğunu düşündüm ve komik. sonra facebooka girip, kendi fotoğraflarıma baktım.
dışardan ve başka insanların gözlerinde o fotoğrafları görüp, ne hissettiklerini hissettim, senin, ernestonun, seldanın... bazı insanların gözlerinden kendimi görüp
düşüncelerimi hissedemediğimi fark ettim. bunlar bana karşı zaten hiç dürüst olmamışlar onu anladım. hayatımda boşalttığım yerlere hep daha güzel insanlar doldu, bu damlaların birleşip pınardan doğması gibi. beni besliyor. hepinizin farklı bir enerjisi var. sen toprak anasın, selda özgür hava, sagi duru, su...
bu durumda ben ateş oluyorum.
sagiyi çok seviyorum ama o gidecek yerine başkası gelecek... çünkü her sene yeni yağmurlar yağarlar. durdum. sıkıyor muyum? diye sordum.

Melaike Sultan, dersini bilmiş bir öğrencisiyle konuşan öğretmen edasında, keyifle
dinliyorum dedi.

bunalttım mı aceba dedim efenim, sultan hazretleri, diyerek şımardım.

hayır tatlım, hayır dedi Sultan, yüzü gerçekten Melikeye benzemeye başlamıştı. Melike oluyordum. seni düşünüyordum ve senin enerjini diye düşündü. Melike beni düşünüyordu, ben de Melikeyi.

anlatmaya devam ettim, dudaklarım oynamıyordu. Sadece düşünüyordum; son yazılarım mektup gibiydi, ilk kendime yazmakla başladım, şiire ara verip, çook uzun bi hikayeler dizisi yazdım. sonra sunanın gözünden gördüm kendimi, çok sevdim. sabah uyandığında, güneş tüllerin arasından beyaz yastığa sızar ya, o anı sevmek gibi güzeldi, ona ernestoyla ilgili hikayeyi bir mektupla yazdım.

Melike iç çekti, ne güzel bi dünyadır bu.

Sırayla sana, seldaya, en son da sagiye yazmalıyım. Ona da veda ederken belki.
derin bir nefes aldım. gözlerimi açtım aniden. sagi içerdeydi. dün akşam açtığı ibranice şarkılardan birini açtım, gazetelere göz attım. şarkı bitti, facebookta dolanırken, rastgele bir başkasını seçtim. dün akşamı düşünüyordum. tavla oynuyor çay içiyorduk,
nahla neden gelmedi kıbrıs'a sagi?
nahlayla bitirdik.
ciddi misin?? nasılsın peki?
böyle, daha iyi.
tamam, dağ gibi sorunlarımız var diyordun ama, berline geri döndüğünde nerede kalacaksın?
belki ilk zamanlar aynı evde arkadaş gibi, sonra ben bir yer bulacağım.
konuyu hiç uzatmak istemiyordu. Türkçe konuşan Amerikalı taklidi yaptı. O kadar komikti ki gülmekten yanaklarım ağrımıştı. Kıbrıstaki masajcı kediyi, arkadaşının tavlada açık avcısı babasını ve hasta annesini anlattı. aile ve huzur insanı Sagi. Bana durmaksızın ailemi sordu.
Gece Redd konserine gittik önce. Yolda Sagi, durmaksızın, bu gece şarkı söyleyeceğim diyordu. Gittiğimizde program daha başlamamıştı. Sahnenin yanına kurulduk ve yüksek müzikte konuşmaya çalıştık. Olmayınca etrafı seyredip düşüncelerimizle ve gözlerimize anlaşmaya başladık.
Konser güzeldi. Sagi, sözleri anlamıyordu ama, evet aynen, Coldplay gibi dedi. Eğleniyorduk. Sonra telefon aklıma geldi. Baktım ve evet duymadığıma göre mutlaka cevapsız arama ve mesaj vardı. Bir tanesi uzun süredir salladığım bir çocuğundu ki, en son konuşmamızda mahcubiyetimle, bir daha sadece emir kipi kur, gel de geleceğim demiştim. (ne gerek var) mesajla anlaştık ve geleceklerini söylediler. Sagi'ye geliyorum dedim çıktım.
Çocuk tek gelmemişti. En yakın arkadaşı dayanındaydı. Onlara bundan sonra, Tango ve Keş diyelim.
Tango, arsız bir playboydu, gördüğüm anda onu Mosbylemem gerektiğini biliyordum. Kapıda uzun zamandır bekliyordum, geldiklerini görünce, Keşe doğru yavaş çekim koşup sarıldım. Sonra Playboy'a "oo Tango abi. Hastasıyız" dedim. Bir yandan yürürken, bir yandan ellerimle ona tapınıyordum. Aslında bana asılacakken, bir anda saldırıya maruz kalınca ne yapacağını bilemedi ve huzursuz oldu. O hep avının kaçmasına alışmıştı. Kapıda ücret söylendi. Tango huzursuzlukla, ben gelmeyeceğim dedi.(Ayranı yok içmeye...) Sagi içerde bekliyor diye düşünüyordum. Keş gözlerime bakıyordu. Kapıdaki kızın gözlerine bakıp, Doğandan rica etsem o Pınar +1'i +3 yapsa? zaten içerisi de boş dedim. Tamam dedi kız, içeri girdik. Kapıdaki güvenlikçi kadın Sagi'den sonra içeri girdiğim tiplere bakıyordu. Aslında konserin en güzel yeriydi. Doğan yavaş şarkıları, elinde içkisi spot ışıkları altında söyleyecekti. Kızlar kendilerini Doğan diye yırtarken, ben sadece benim anlayacağım bir şekilde gülümseyecektim.
Ama Tango ve Keş huzursuzdu, etrafta yeterince kız yoktu. Tango, Sagiden hiç hoşlanmamıştı. O kadar uğraşmış süslenmişler, beyaz tshirtler, deri ceketler giymişler, bütün animatörlüklerine rağmen, sagi kadar güzel olamamışlardı. Sagi dağınık saçları, sade kazağı ve güzelliğiyle öyle duruyordu. bana yaklaşıp, gözlerini açarak şarkılardan bahsediyordu. Tango Sagiyi dürtüp, yandaki kızların bacaklarını gösterdi. Sagi dönüp şöyle bakarak bana yaklaştı. Playboy kardeşler mi bunlar?
O çocuklar bize huzur vermedi Ordan oraya dolaştırdılar ve sonunda vazgeçtik. Biz Sagi'yle sohbet ederek sakince yürüyorduk. Onlardan ayrıldık. Eve gelip biraz ibranice müzik dinledik. Sonra da uyuduk.
Sabah nette dünkü şu ikilinin fotoğraflarına tekrar baktım. Saginin dün çaldığı şarkıyı açtım. Düşündüm, 23 milyonluk İstanbul'da, çok fazla böyle aç adam var. Ve benim yanımda Sagi. Ruh eşim o değilse bile, öyle bir çıta ki... Tango ve Keşi listemden sildim. Şarkı bitti, rastgele bir şarkıya tıkladım. İçerden Sagi seslendi.
Çok güzel bir şarkı o.
Dün, kanepede sızmadan bana söylediği şarkıyı düşünüyordum. I want to be adored. Bu gece sana şarkı söyleyeceğim, demişti.

Kediler ve Kuzgunlar

Mahzun Kırmızıgül, üzerinde çalıştığı uzun metrajlı, dar kadrajlı, bol ekşınlı belgeseli; Kediler ve Kuzgunlar'ı tamamladı. Aşağıda filmin baş karakteri Mahsun'un Kuzgun çetesiyle yaşadığı hareketli bir sahne var. Bu sahne, en iyi müzik ve görüntü dallarında "Ha di!" ödülüne aday gösterildi.

23 Kasım 2010 Salı

anti parantez



merhaba sayın suna hanfendi,

öncelikle, mavi ayakkabılarınıza "hasssta" olduğumu söylemek isterim.
sonralıkla da, neden böyle nedensiz bir mutluluk ve huşu içinde olduğumu anlatmak.

hani bazen çok kafa dengi insanlarla netten tanışırsın (zira adı üstünde sosyal ağ, illa yakın arkadaş deyince ortaokuldan sıra arkadaşı olmak zorunda mı? ayrıca ortaokulda yanına düşen burnunu karıştıran, ya da sınavlarda heyecanlanıp bacaklarını ve dolayısıyla sırayı sallayan bir dümbük olma olasılığını düşününce internet üzerinden tanışmalarda en azından daha seçici olabiliyorsun)hani, bir ortamda sorulur, melikeyle nasıl tanıştınız?diye. böyle zamanlarda, insanlar açıklama gereği duyarlar internetten tanışmalarına ve mazeret ararlar. bence mazerete gerek yoktur aslında. netten der geçerim. bu da insanlarla karşılaşmanın bir yolu sonunda. (yol yoldur)
bu uzun girizgahla, ileride karşıma çıkabilecek bazı soru işaretlerini, kararlılıkla defettikten sonra, asıl konumuza gelelim; bildiğin gibi ben iki aydır işsizdim. (hadi ya söylemedim mi sana) ve açıkçası biraz da gerilmeye başlamıştım. gerilmeye daha yeni yeni başlamıştım diyelim. aslında evimde, pijamalarım, hiç taramadığım saçlarım ve kanepede bıraktığım izimle sonsuza kadar yaşayabilirdim.
ama bir yandan içimden bir ses, özgüüürrr, özgüüürrr diye sesleniyor cevap vermeyince, bana özgür demeyi seven bütün arkadaşlarım gibi, pınaar bi baksana buraya güzelim, diyordu. ben de pınar kişiliğimle bakıyordum. ve o içimdeki ses, artık çalışman ve para kazanman gerek yavrum. şu saçını başını taraman, insanlarla konuşman ve bunun için insan haline dönmen gerek. diyordu. ben de farkındaydım aslında ama çok üşeniyordum. kuluçkaya yatmış bir tavuk gibi kanepemde tembellik kuluçkasında keyif çatarken, paralar da suyunu çekiyordu. parayı hava geçirmez bir kaba koyup, buzluğa saklamazsan suyunu çeker, pörsür, ne yemeği olur ne çorbası at gitsin ondan sonra.
keşke para poşette saklanabilseydi (parapoşetoloji) fikrinden uzaklaşmak lazım diye düşünmeye başladım. tablet ve bilgisayar almak için para lazım. çalışmak lazım. dergiyi arayıp, görüşmeye gelebilirim yarın dedim. yarın değil bugün gel dediler. gittim. aldım, geldim.
insanın hayatında bazen, aşk meşk işleri yolunda gider, iş hayatın terstir, ya da paran yoktur, ama arkadaşın çoktur, ailen uzaktadır, ama o anda sagradafamilyanın merdivenlerinden çıkıyorsundur gibi düaliteler olur. (terazi ve kefeleri) benim de bir süredir işim, uzun zamandır da hayatımda bir erkek arkadaş yoktu. erkek bağımlısı ve monofobik kız arkadaşlarım yüzünden, belki de bilerek ve isteyerek uzak duruyordum. Tam param bitmek üzereyken evren abi, terazinin bir kefesine bir işle, bir adam koyuverdi. ağırlıklar değişti. bir gün sabahın köründe kalkıp, facebook karıştırırken, bir arkadaşımın resimlerinden birinde bi adam gördüm. insan bir fotoğrafta kopyasını tanıyabilir mi? bu delilik değil mi? oysa ben bu adamı gördüğüm an ben olduğunu biliyordum. ben ama erkek versiyonum gibi. tanıyordum bu adamı, kendim gibi. sesinin rengini, masaj sevdiğini, tenini, gözlerini, şebekliklerini, kafası güzelken nasıl güldüğünü, herşeyi kendi kendine nasıl hallettiğini, ama paylaşmayı sevdiğini...
bana çok yakındı o adam. adını ernest koydum. ernest olmak önemliydi.
sonra nette karşılaştık, selam verdi, muhabbet ettik, nerdesin dedi, harbiye dedim. o da babildeydi. bir üst sokağım. evim, maaallem. ama ankaraya gitmesi lazımdı. biraz daha meraklanıp, tam görüşecekken, hep bir terslik çıktı ve beklenmedik bir anda istanbula geldi.
ilk tanıştığımda insanlara karşı çok efendi, bir o kadar da gergin olurum. yani hiç ben gibi değilimdir. onun yanında rahattım. yanına oturdum, birlikte ghostbuster sigarası yaptık. içerken, gözlerimize bakıyor ve aynada gördüğümüzün kendimiz olduğunu anlamaya başlıyorduk.
bazen, dedi bazı insanların ne hissettiğini anlayabilirsin. mesela iett şöförlerini düşün...
güldüm. nasıl bir iett şöförü olsun? bıyıklı, kel ve mavi gömlekli mi?
hayır, hayır dedi. hani bazen iett şöförleri bıkmıştır da insanlardan, kapatmıştır ya kendilerini... öyle insanlar anlayamazlar başkalarını. kendi içlerinde yaşıyorlardır.
bu arada ben, kendi içinde yaşayan iettt şöförleri diye gülüyordum.
bak yine iett şöförü diyorsun ama, konsantrasyon bırakmıyorsun insanda... sonra konuyu dağıtıp, unuttuk. ama ne demek istediğini biliyordum, anlıyordum, hissettiklerini hissediyordum. eğer karşındaki de tamamen açıksa sana, sen de ona sonuna kadar açabiliyorsan kendini, o tamamıyla sen olabilirdi. başka birinin bedeninde de yaşamak, hani şu üç boyutlu film avatar gibi.

çook uzun zaman sonra, ilk defa hiç düşünmeden, bir anda, bu adamı ararken, telefon çalmaya başladığında, kalbim gümbür gümbür atmıştı. o kadar uzun zamandır unutmuştum ki sesini, kendi kendime söylenip durmuştum gün boyu;
kalbim var benim.
dün işi aldıktan sonra, plansız programsız geldi. ben istemeden bana en muhteşem omuz masajını yaptı, sonra dizine yatırdı, dinleneyim diye.
sordu;

birini bekliyor muydun bu gece?

evet dedim ernesto.
seni.



hiç düşünmeden seni aradığımda
ilk çalışta
gümbürdedi kalbim kulaklarımda
derin bir nefes alınca,
elimde telefon
susturmak için onu
ve duyabilmen için beni telefonu açtığında.
-Aldığım nefes değil, gökyüzüdür.-
telefon üçüncü kez çaldı.
bense, kalbim konuştu benle diye düşünüyordum
benim bir kalbim vardı.
en son ne zaman konuşmuştu bu meret benle?
ite kaka sevdirmiştim çoğunu.
ama ölesiye hırpalandıktan sonra
ilk ne zaman isyan etmişti bana?
uzun zamandan sonra
seni beklerken PTT'nin telefon hatlarında
konuşmaya karar verdi
unutmuş gibi sanki dilini
düşünüyordum, acaba seninle ilgili kulaklarıma
ne demişti?
beşinci çalış.
sesin geldi kocaman dalgalar gibi,
ne konuştuk bilmeden
aklımda
sürekli aynı düşünce dolanan,
kalbim var benim ulan,
biraz önce konuştu benle
hem de yıllardan sonra.

21 Kasım 2010 Pazar

doğa.

doğanın adı kondu dedi,
gözlerin doğdu.
siyah siyahtı,
kocamandı beni görebilecek kadar,
güzeldi.
lüzumundan çok fazlaydı.
o zamanlar küçüktüm.
şimdi bir mazi bilirim;
doğar, büyür, ölür.

11 Kasım 2010 Perşembe

Her şey Çok Güzel Olacak

Güzel düşün, güzel olsun.

Bartla konuştum sonunda. O kadar dayanılmaz olmuştu ki, onunla aynı evde kalmak. Çıldırmak üzereydim. Pazartesi sabah, eski işyerinden kızlar aradılar, Bart geldikten hemen sonra. Beni çok özlemişler. Biri ben ayrıldığımda düğün iznindeydi. Ben de onları özlemiştim. Ama, Bart burda, o gittiğinde görüşelim dedim. Sonra tekrar aradılar, çok görmek istiyorlarmış, sorun olmazmış. Kızlardan biri kapalıydı ve biliyordum o daracık evde Bartla rahat edemezdi. Barta rica ettim. Kızlar geliyor Bart bir an önce çıkmalısın, dedim. Ama o yavaşça kendine bir kahve yaptı. Önce kahvemi içeyim, dedi. Sen bilirsin, dedim kızgınlıkla. O sırada, ortalığı topluyordum. Sinirle banyoya girdim ve kapı çaldı. Hasss... dedim, geldiler. Kapı çaldığında bile, bana sarılıp öpmeye çalışıyordu. Terliydi dostum! Çok terli.

Kızlar eve bayıldılar. Bir tanesi kedilerden korkuyordu, o yüzden bahçeye bıraktın onları. Ama Hamur, Shrekteki Çizmeli Kedi gibi gözbebekleri kocaman, miyavlayınca, dayanamayıp içeri aldık. Kucağıma mırrkk diye çıkıp, bebek gibi yerleşip parmak emmeye başlayınca kızlar gözlerine inanamayıp, fotoğraf çekmeye başladılar. Hamurun parçaladığı parmaklarımız yüzünden, ona bir emzik almayı düşünüyoruz. Poz vermeye alışkın hamurun, emzikli kedi olarak ün yapacağından benim de onu kiralayarak bir servet sahibi olacağımdan eminim. Ama buna daha çok var ve biz de eş dost çevresine ilerde çok para edecek pozlar vermeye başladık.
Kızlar gittikten sonra, İrem geldi. Kız muhabbetinin tam ortasında, Bart gelince huzurumuz bozuldu yine. Alelacele çıktık. İrem sordu, Kızım o surat neydi öyle?
Görüyorsun bu adama dayanamıyorum. Kedinin üstüne oturdu gözünün önünde.
Evet ya o neydi…

Onu durağa bıraktım. (Evet Taksime gitmek için otobüse biniyor. Saginin dediği gibi tembel.)
İnternete gittim. Çaycı amca, ezeli seyrediyordu. Özellikle geciktim eve. Çıktığımda saat bir civarıydı ve yağmur başlamıştı hafiften. Hava nefisti. Eve gitmek istemiyordum. Eve girdiğimde, uyumuş olacağını umuyordum. Ne yazık ki, uyanıktı. Peşimde dolaşmaya başlamıştı. Yatak odasının kapısına Fenerbahçe bayrağı asmıştı .
Bu ne? Dedim
Komik olsun diye yaptım, dedi.
Hiç komik değil dedim. Kendince, Fenerbahçeliyim diye komiklik yapıyordu. Fenerbahçeden, gerçekten nefret ediyordum. Futboldan nefret ettiğimden bile çok. Konuşmalıyız dedim. Olmayacaktı böyle. Her şeyi konuştum. Fenerbahçe hakkında değil tabi, o evdeyken neden nefes alamadığım hakkında. Sorduğu her soruyu yanıtladım. Karar verdik, sabah kahvaltıdan sonra gidecekti. Sabahın köründe kalktı. Ancak 3 saat uyuyabilmiştim. Evin her yerine yayılmış eşyalarını toplamaya ve poşetlere yerleştirmeye başladı. Bir yandan yeni bir oyun bulan, torbalara atlayıp hoplayan hamurla çamura, şşş yapıyordu. O ses tonuyla kimseye istediğini yaptıramazdı. Dayanamayıp bağırdım.
Bart lütfen sessiz olur musun? uyumaya çalışıyorum burada. Özür dileyip salona geçti. Uyandığımda 12yi geçiyordu. Hala başım ağrıyordu. Kahve ve sigara içtik. Ekmek kavurması yaptım, bence olmamıştı ama Bart hepsini yedi. Sonra tam gideceği sırada, bir gece daha kalsa mı, gitse mi karar veremedi. Bu adamın pratik düşünme rehberine ihtiyacı var. Allahtan o sırada iş görüşmesi için aradılar. Ertesi gün, Kadıköye geçecektim. Sen bavullarını da al, karşıya geç, yarın iş görüşmesinden sonra buluşuruz Kadıköyde, diye yolladım evden. Sonra İrem ve Serdarla biraz oturup tavla oynayıp takıldık. Serdar İremin çocukluk arkadaşı. Ama biz de o kadar iyi anlaşıyoruz ki, bazen İremin bizi tanıştırdığından pişmanlık duyacağından korkuyorum. Her zamanki gibi Serdarla bir olup, İremi kızdırırken, Bart aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Sonra ilginç bir şey oldu, herkes gidip, banyo yapıp, biraz karaladıktan sonra, banyoda saçlarımı kurular, kil maskemi yıkarken bir şarkı mırıldanmaya başladım.

Benim hala umudum var. İsyan etsem de istediğim kadar, İnat etsem bile bırakmazlar sahibim var...



O an, gözümün önüne, her gördüğüne," Mazhar Alanson mu?" diye soran Sagi geldi. Evet bu şarkıyı ondan duymuştum. Ve bu şarkının parçalarını dinlediğim, tüm anları hatırladım.

Yeni bir şarkı dinledim, diye başlamıştı önce. Benim hala umudum var... Mazhar Alanson söylüyor biliyor musun? Em ef ö.

Sonra bazen çok fazla gülerken, Benden adam olur mu? (Bu fırtına durulur mu? Korkarım aşka zararım dokunur mu?) diyordu gözlerime bakıp.
Sen çok iyi bir adamsın Sagi, diyordum.

O, hayatım boyunca karşılaştığım, en güzel şeydi. Hayır, elbette bir şey demeye çalışmıyorum. Ama Sagi bu dostum. Sagi demek, How I met your mother'daki Robin demektir. Eğer hayatında kimse olmazsa ve benimle olmak isterse, onunla her yere giderim. Belki sadece hayal gücüm çok çalışıyor. Gerçek hayatta bu düşünceler , üstlerinden bastırılmış halde duruyorlar. Sakın yanlış anlamayın. Onun sahibi var ve ben bunu dert etmiyorum. Robin’in, Stella’ hakkında söylediği gibi; Neden kıskanayım ki? nasılsa ondan daha seksiyim.

Yarın bir iş görüşmesi var ve bunun için yeterince heyecanlı ve mutluyum. Birazdan saçlarımı yapıp yarın giyeceğim elbiseyi hazırlayıp erkenden kalkacağım. O zaman ballı sütle biraz sakinleşelim.

Yarın Kadıköy’e geçiyorum. Taksime bu kadar yakın ve rahat bir yere taşındığımdan beri, yani neredeyse 4 aydır karşıya hiç geçmedim.

Benim için küçük, Ama Anadolu yakası için büyük bir adım olacak.

Bakalım neler olacak?
Ne olursa olsun, eminim, Sagi'nin dediği gibi;
Herşey Çok Güzel Olacak.

10 Kasım 2010 Çarşamba

balat... anlat...



Bart’ın gidişinin üçüncü günü.
Yarın geri dönecek.
Son dört gün var önümüzde.
Sık dişini, sık dişini, sık dişini...

Cumartesi öğleden sonra, İremle how i met your mother izleyip, durmaksızın bir şeyler yedikten sonra, dışarı çıktık. Yeni bir işe girene kadar son dışarı çıkışımdı. O yüzden yanık dudaklarım ve çenemle ilgili espriler yapıp yorulana kadar güldük. Ama anladık ki; cumartesi gecesi Taksim'e inmek için çok yaşlıyız. Saat 1 olmadan eve dönmüş, uyumuştum zaten.
Sabah kalkıp, klasik bir Pazar’a hazırlandım. Ortalığı topladım, bahçeyi süpürdüm, kedilerin kumlarını temizledim, mamalarını koydum. Sagiyle bana tarçınlı çay demledim.



Sagi gelince, önce dudağımı, sonra Bartı sordu. Anlattım. Mutlu musun? Dedi. Hayır dedim. Bartla mutlu değildim. Başını salladı.
Çaylarımızı içip çıktık. Kabataş’a yürüdük. Eminönüne gittik. Kedilere mama ve kum almamız lazımdı. Tabi tarçın çubuk da. Sagi birkaç seyyar satıcıyla muhabbet etti. Adamlar onu yabancı sandıkları için İngilizce anlatmaya çalışıyorlardı dertlerini. Sagi de ısrarla Hayır abi!, 5 lira çok, Trabzonda bunları 1 liraya satıyorlar diye pazarlık yapıyordu. Minik dikiş makinası satan adam, söyleyecek bir şey bulamayınca, bana dönüp gülerek, Nerden buldun bunu? dedi. (Hacı hacıyı mekkede, hoca hocayı tekkede, deli deliyi dakkada bulurmuş) Sagiye dönüp, Seni yabancı sandılar diye gülerek yürümeye devam ettim. Hayvan pazarını ve mısır çarşısını gezdikten sonra Balat’a gidip, alacaklarımızı dönüşte almaya karar verdik. Sahilden Balat’a yürürken Aksaray’daki bit pazarına bakındık. Anlat İstanbul’un cdsini bulduk. Balatta sahile oturduğumuzda, Mehmet Günsür’ün ne kadar seksi, Erkan Can’ınsa ne kadar yetenekli olduğundan konuşuyorduk. Termosumuzdan (yanmadan) sade tarçınlı çayımızı içip Balat’ın sokaklarına daldık. Sagi buranın İstanbul’da gördüğü en romantik yer olduğunu söyledi. Cihangir de güzelmiş ama gerçek değilmiş. Nahla geldiğinde mutlaka Balat’ı da gezecekler. Fotoğrafta kompozisyon ve ışık derslerini, örnekler üzerinde verirken yokuşlar çıkıp indik, merdivenlere oturduk, manzaraya baktık.



Sonra akşamüzeri Eminönü’nden alacaklarımızı alıp vapurla Beşiktaş’a geçtik. İkimiz de o Balıkçı’yı çok özlüyoruz ve bu yüzden bir şekilde Beşiktaş’a dönüyoruz… Hamsi ekmeklerimizi yerken, Fener -Galatasaray maçı için geç kaldığımızı fark ettim. İrem’i arayıp, keyfine bakmasını, zaman plansızlığım yüzünden maçı kaçırdığımızı, eve gideceğimizi söyledim. Yürüyerek eve döndük.
Yolda, Saginin babası ve abisiyle, çocukken Hindistan ve Çin’e yaptığı yolculuklardan ve Tanrıdan bahsettik. Sagi Tanrıya inanıyordu ama Türkçe ya da İngilizce anlatması onun için çok zordu.İsrailce anlat diyordum gülerek. Bana bakıp İsrailce diye gülüyordu.
Bence Tanrı tepede duran her yaptığımızı gözetleyen beyaz saçlı beyaz sakallı bir adam değil. Hepimiz Big Bangle dağılmışız ve sen ve ben ve irem ve hamurla çamur ve nahla ve dünya ve evren hepimiz Tanrının parçalarıyız sonuçta dedim. Peki Big Bang’den önce? dedi.
Herşeyden önce kaos vardı dedim gülerek. Peki Kaostan önce? dedi.
Başka bir big bang, büyüme ve tekrar küçülme dedim. Peki, demek hepimiz Tanrının parçalarıyız. ama BigBangden önce? diye sordu yine. Bilmiyorum dedim.
Kedili parkımıza gelmiştik. Bu park? Ve bu kediler? dedi Sagi. Güldüm. Evet dedim. Kediler de. Kedi pergolasından tavla oynadığımız çay bahçesine yürüyorduk. Ve bu yol dedi… Evet dedim, bu yol da. Sanırım bu yeni oyunumuzdu. Sonsuza kadar devam edebilecek bir “Tanrının Parçaları” oyunu. Öncesini herkes gibi biz de bilmiyorduk, ama bu durumla oynayabiliyorduk, bu da her şeyi olduğu gibi kabullenmemizi sağlıyordu. Sırada başka bir oyun vardı ve çaylarımızı ve tavlamızı alıp maç sessizliğinden faydalanarak oynamaya başladık. Kucağıma bu sefer siyah bir ufaklık oturmuştu ve sarı kocaman gözlü bir tombik de ayak ucumdaydı. Sagi yine son elde beraberliği pulları toplarken bozdu. İki kere 6 -6 atınca pes ettim ben de.
Sen en büyüksün Sagi diye çekildim. Eve geldik. Birer çay içip, ilişkilerin zorluğundan konuştuk. Sonra fotoğraf makinesinden, Nahlayla Casablanca fotoğraflarına baktık. Nahlanın çektiği fotoğraflarda, Sagi, aşık bakıyordu. Bu kıza çok âşıksın Sagi dedim. Bakışlarına bak. Çok aşık bakıyorsun. Güldü. Ağrı dağını biliyor musun? Bizim sorunlar, o dağ kadar büyük dedi.Gitme zamanıydı, hazırlandı. Vedalaştık…

O gidince işsizim ben dedim kendi kendime. İş, iş, iş… Bizimkilere işten çıktığımı söylememiştim. Nasılsa bir aylık kirayı ve masrafları köşeye koymuştum ve bir ayda İstanbul’da iş bulurdum. Yine de babama bir şeyler çıtlatmam gerektiğini düşündüm. Onu arayıp, şirketin finansal durumunun çok iyi gitmediğini, iş bakmaya başladığımı söyledim. Babamın bakış açısı netti, "Ankara’ya gel. Sana bir ev tutalım ve devlet memuru ol." Telefonu kapatınca gece 12 olmasına rağmen, panikle gidip gazete aldım, iş ilanlarına baktım ve arkadaşları aradım. Herkes aynı şeyi söylüyordu. Daha iş bakmaya başlamadık. Sakin ol. Bu hafta, Hamurla Çamur dahil her şeyi bir köşeye bırak ve iş bak!
Söylemesi kolay. Mesela o an Hamurun sevilesi vardı ve gazete onun için bir engel teşkil etmiyordu. Önce üzerine yatıp, kovalanınca, sinirle IK sayfasının köşelerini yemeye başladı. Bu kedi, gerçekten bebek gibi. Çamur başı sıkışınca bahçeye kaçıyor, ama hamur, tam bir bebek. Hala gölgelerin gerçek olduğuna inanıyor, parmak emiyor ve ilgi çekmek için kâğıt yiyor.
Yazmayı bitirip bilgisayarı kapatınca, onu da alıp yatacağım. Sonra Pazar ertesi olacak. İnsanlar işlerine gidecekler ve Pazartesi sendromundan bahsedecekler. Ben 11’de Bart gelince internete girip, iş başvuruları yapacağım ve bekleyeceğim. Bu da atlatılması gereken bir süreç sonuçta. Sakin kalmalıyım. Yeni başlangıçlar, hele çok bilinmeyenliyse, zordur. Son zamanlarda ufak bir yalan olayı dışında, tamamen iyi bir kız oldum. Tanrı varsa ve beni duyuyorsa ve hatta var olduğuna göre benim hayatımı zaten çoktan organize ettiyse, ona gönderiyorum.
Tanrının tüm parçaları, hepimiz için iyi bir hafta olsun diliyorum.

Atatürk öldü biliyor musun?

7 Kasım 2010 Pazar

göze

Ne güzeldi, akşam hava kararmıştı da, ben daha dört sigara içmiştim. Bana aferin'di.

Sonra birden seni tanıyan birini gördüm. Senden bahsetmeye başladım. O mor çoraplı, tombik parmaklı kızı sana benzetip, peşine takıldığımı, onun da senin gibi yolda kedileri, köpekleri seve seve yürüdüğünü... O zamandan beri boğazımdaki düğümü...

Boğazdaki düğüm konuşarak geçer mi?

Kızcağızın da canını sıktığımı fark edip, özür diledim Pemboştan gözünü hatırlattığım için. Hiç unutmuyorum ki ben onu dedi. Ben de unutmuyordum belli ki. Mutlaka, hatırlamak için önce unutmak gerekliydi.

İnsana aynı anda hem ağlama, hem gülme isteği veriyordun sen ve bu sadece bana özel değildi. Düaliten de sen kadar gerçekti.

Ve sigara sayısı birden oldu yedi.

Yıllardan sonra ağladım, ki ölenin ardından ağlamak ancak bencillikti.

Bir ben vardı, bende, benden, senden, derken,
hani Ah muhsin ünlü ne demişti; annem henüz öldü, fazla uzaklaşmış olamaz.

Peki şimdi sen, çok mu uzaklardasın ki?


Yaratanla görüşecektim dedim

Ufak bir pazarlık için

İmkansızmış ölülerin dönmesi ta kıyamete değin

O zaman biraz votka, biraz bira, biraz da cin

Ben şarhoş olmadan ve dönmeden deliye

Lütfen -sadece birazcık olsun- ölmez misin sevgilim

4 Kasım 2010 Perşembe

taş.

bir yağmur yağıyor, bir güneş açıyor bugünlerde. bir gün yağmur yağıyor, bir gün güneş açıyor. pek sevilmez böyle havalar. herkes bir karar bekler havadan, ya yağmur yağsın, ya güneş açsın istenir. ben de öyle istiyorum. sabahları uyanıyorum; odam güneş alan bir pencereye sahip olmadığından havayı hissederek tahmin etmeye çalışıyorum. üşüyor muyum? soğuk mu? bugün sıcak galiba? bir de yatağıma bitişik kalorifer peteği ve kalorifer boruları var, yanıyor mu diye bir bakıyorum. yanıyorsa hava soğuktur, asla yanılmaz. malum, kapıcı tasarruftan nasibini fazlasıyla almış; eğer insanın üşümek hissini hissetmesi için gereken belli bir sıcaklık değeri varsa, bu değerin bir derece fazlasını bile hissedebilir, havanın sıcak olduğunu ispatlayıp kalorifer yakmak gibi bir zahmete katlanmaz bu kapıcı. ömrümün mihenk taşlarındandır diğer taraftan kendisi. annemin, babamın bana küçüklüğümden bu yana söledikleri zölerden birisidir; "hele bir büyü, bir hayata atıl, ev geçindirmeye başla, bizi anlayacaksın!" bana annemibabamı anlatan ilk zat diyebilir miyim? çünkü bahsi geçen ve atılınması gereken hayat gibi davranıyor bu adam. bana ay başı, ay sonu, bütçe hesapları yaptıran, param yok, biraz idare et dedirten ilk zat zira. öyle ya; her mihenk taşı uzun saçlı, güzel kılıklı olmak zorunda değil. bazen kısa saçlı, haciz memuru kılığında da olabiliyor.

bugün kendimi eğlendirdim, sanırım doğru oldu bu. aslında incelersem, hem de öyle derin anlamlarını değil, sadece yüzeyini incelersem bile gerçek ortada: kendimi kandırdım. fakat şöyle bir durum var; insan kandırılmak istemez. ben kandırılmak istemem. hoş bir durum değildir çünkü. hem de kandırıldığını bile bile. arada yapıyor işte. kandırıldığını bile bile, kandırıldığı durumdan mutlu oluyor. kalorifer peteği mesela. yanmıyorsa sıcak diyorum. halbuki kandıran kapıcı. kasım ayındayız! kandırıyorum işte soğuğu (!) fakat gözümün önünde birisi titreyip duruyor. kulağımda tir tir titreyen sesini de duyuyorum. kandırılan biri daha. peki ya kandıran? mihenk taşı demiştim ya; her mihenk taşı kandırmıyor. her mihenk taşı uzun saçlı da değil belki. dikkatimi çeker hepsi kılıktadır. güzel kılıkta, haciz kılığında vb. kendi olamayan mihenk taşı, kendini mi kandırır? uzadı. uyumalı.

alış!kanlık

İnsanlar alışmaya yatkın yaratıklardır ve alışkanlıklar can yakar. Aşk gibi. Alışkanlık dediğimiz şeyler, beynimize kazınmış, kontrol düğmeleri olmayan otomatik pilotlar gibidirler. Arabayı kullanırken beklemediğin anda kontrolü ele alıp eski sevgilinin kapısına götürürler seni fark ettirmeden. Daha netleştirmek için sana bunu başımdan geçen bir hikayeyle anlatayım. Son bir senedir, her sabah, Mor Termos bardağımda kahve içtim. Çalıştığım yer butik bir İngilizce okuluydu ve tüm bardaklar herkes tarafından kullanılırdı. Ama o mor bardağa benden başka kimse dokunmazdı. Otobüste ve yürürken de uyumaya devam edebildiğim için benim için sabahları uyanmak, o kocaman mor termos bardak içinde kahve demekti. İşten ayrıldıktan sonra işyerindekilerin verdiği hediyelerden biri de kırmızı kapaklı, siyah beyaz çiçekli termostu. Çingene pembesi fener, şarap bardakları ve hatta lila demek kadar yumuşak ve ince geceliğe bile daha çok sevinmemiştim sanırım. Akşamdan kahvemi yapıp, gözümü açar açmaz termosumdan içebilecektim. Bart sabah erkenden çıkmıştı bense hala kanepede biraz daha uyumaya çalışıyordum. Sonra beynimin uyanan ve hayata gözünü açan bir kısmı yakında içi kahve dolu bir termos olduğunu hatırlattı. Gözüm kapalı dün akşam bıraktığım yere uzandım, kapağını açtım, kafama diktim ve çığlıklar attım. (drink Coffee! Do stupid things with more energy.) İkisi de termos olsa da yeni termos bardağa doldurmak için tasarlanmıştı ve yandan akan kaynar kahve, alt dudağımı, çenemi ve (hani Fransızların dediği gibi) dekoltemi yakmıştı. Yandım anam! diye uyanıp kendimi banyoya soğuk duşun altına attığımda hala biraz uyuyordum.
Yaktım kendimi dostum. Birkaç gün sonra alt dudağım ve çenem kararıp soyulmaya başladığında O’ndan mesaj geldi. “ Eve gidip bir şeyler yıkıycam, sonra varsa benlik çizmelerin, sana gelmeyi düşünüyorum” yazıyordu. Hassiktir! Hayır diyemeyeceğiniz mesajlar vardır ya hani.
Yine banyodaydım, Dalmaçyalı aynamda çeneme ve alt dudağıma baktım. Hassiktir! İçerde Sagi, Bart, İrem… Hassiktir! Neden şimdi?
Her şeye rağmen, o gece, olmazları olur yaptım ve onunla birer maden suyu içtik. O bir yandan hamura parmak emdirirken, hadi bu salak bundan zevk alıyor, ben acaba neden mutlu oluyorum bu durumdan acaba? Diye söyleniyordu. Mutluydum, gülüyordum. Siyah elbisem, leopar çoraplarım vardı. O vardı.
Seni kimin dövdüğünü hala söylemedin. diye gülüyordu. Ah bir de şu alt dudağım ve çenem yerinde olsaydı…
Artık alt dudağım ve çenemin yerinde bir zırh varmış gibi geliyor. Cebimde bepanten merhemle sürekli yumuşatmaya çalışıyorum ama çene zırhı, sürülen merhemin tamamını emip sert kalmaya devam ediyor. Gülemiyorum, yiyemiyorum, içemiyorum. Aşık gibiyim. Ve düşündükçe anlıyorum ki, alışkanlıklar dostum, aşk gibidir, bazen can yakarlar.

siz... siz... işsiz?

Bugün ayın kaçı bilmiyorum. İşsiz kalışımın kaçıncı günü olduğunu bile hatırlamakta zorlanıyorum. Geçen Salı çıkarılmıştım sanırım, bugün Cuma olmalı, o zaman 1.5 haftadır evdeyim. Bana aşık ve benim bir şey hissetmediğim bir adamla.

Dün gece çok kötü bir şey yaptım. Sabah Barttan kurtulup yalnız kalmak için işlerim olduğunu söyleyip dışarı çıktım. Bana yardım isteyip istemediğimi sordu, Net bir şekilde hayır dedim. Bilirsiniz, o pek becerikli bir adam değil. İşleri sadece daha zorlaştırıyor ve uzatıyor. Sanırım, bir haftada, onun o kocaman kolları ve elleriyle bir şeyleri devirmesinden, dökmesinden ve kedilerin kuyruklarına basmasından bıktım. Sonuçta o bir misafir ve evimde onu rahat ettirmeliyim. Ama dostum! Kedinin kuyruğuna basarken, aşağıdan gelen canhıraş miyavlama sesini duymadan, ikiye bölünmüş ve kıvrılmış ince bir solucan gibi duran dudaklarını uzatıp beni yanağımdan öpmeye çalışması yok mu? Bu sırada ben bir yandan kafamı çekip, bir yandan bulaşık yıkıyor ve KEDİME BASMA! diye bağırıyorum.

Evde bir öpücük canavarı varmış gibi hissediyorum. Ne zaman beni yakalasa sarılıp, sıkıp öpmeye çalışıyor.

Sanırım, ben de, kedilere böyle davranmayı bırakmalıyım.

Vicdansız biri değilim inanın. Sabahları ona kahvaltı hazırladım, hikayeler anlattım. Ama bu kadar küçük bir evde devasa bir öpücük canavarıyla rahat edemiyorum. Uyuyamıyorum uyanamıyorum ,yazamıyorum, okuyamıyorum. Of Tanrım yalnızlığı çok seviyorum. İrem’in dediğine göre aşık olsam böyle olmazmış.
Bilmiyorum, belki de olmazdı.

O sabah da, Barttan kurtulup dışarı çıktığımda havanın çok güzel olduğunu ve çok kalın giyindiğimi fark ettim. Ptt’yi bulamayıp eve dönünce fazlalıklarımı atıp, Polo pastanesine konuşlandım. Atmam gereken özgeçmiş maillerini ve yazılarımı attım. Yazdığım hikayeyi birkaç kişiye gönderdim ve havuçlu portakal suyumu içtim. Aklım Sagi’deydi. Dün gece de iyi olup olmadığımı öğrenmek için arayıp, yarın tekrar arayacağım, okey? Diye kapatmıştı.. Telefonuna ulaşamıyordum ve eve dönmeliyim diye düşündüm. Arkadaşımı aradım. Evdeydi. Bütün işleri bitirmiş ve eve dönmeye hazırdım. Ne yazık ki tam öğle saatiydi ve Tanrım, Polo’nun yemekleri gerçekten çok güzeldi. Etraf, bunu konuşup, sürekli, çekirdekli ekmeğini kızarmış, beyaz ekmeğini kekikli ve salatasını avakado soslu istediğini söyleyen ve bu saçmalıkları gayet mantıklı isteklermişcesine kabullenip oradan oraya koşturan garsonlarla doluydu. Hesabı ödeyip, bilgisayarım leylayı toplayıp, Polodan kaçtıktan sonra markete girdim. Aklım hala sagideydi. İçecek ve ekmek alıp kapıdan çıktığımda ana caddeden değil de daha sakin yan sokaktan gidecektim. Hem de o sokakta oturan arkadaşıma uğrayıp biraz alışveriş yapacaktım. Ama kapıdan çıkar çıkmaz Sagiyi gördüm. Yarım dakika geç çıksam onu o kalabalıkta kaybedebilirdim. Ama işte kısmet, kader bizi böyle karşılaştırmayı seviyordu. Arkadaşıma uğradık, İremle konuşup ,ne zaman buluşacağımızı kararlaştırdık. Güneşli ve neşeli bir hava vardı. Elimizdekileri eve bırakıp, aldığımızı içtikten sonra kendimizi dışarı attık. Kedi parkındaki çay bahçesinde tavla atıp İrem’i bekledik. Sonra İrem geldi, tombik bir kedi buldu. Onu mıncıklamaya dalıp tavlayı unuttu. Ve evet sagi ikimizi de fena yendi. Ben zaten tavlada çok iyi değilim, o yüzden sagi benim için aynı zamanda iyi bir öğretmen. Pratik lazım! Diyip sürekli yeni bir oyuna başlıyor. Yanlışlarımı gösteriyor. Ama İrem’i nasıl yendiğini anlamış değilim.

Gözlemelerimizi yiyip, tavlada yenilip, eve dönünce Sagi bir yana, İrem Hamurla tekli uzanma koltuğuna kıvrıldı. Ben de tarçın çubuklu çay demledim ve bir tane sardım. Bütün bu park, keyif, ev hikayelerinde eksik bir şey görüyor musunuz? Eksikliği hissedilmeyen bir eksiklik var ortada ve işin kötü tarafı ben gerçekten hala, Bart’ı çağırmayı istemiyordum. Çocuklarla mutlu geçirdiğim zamanları uzatmaya çalışıyordum. Ama Bart misafir ve tabi ki onu eve çağırmam gerekiyordu.

O gece bir aydır konuştuğumuz Brazzaville konserinden ümidi kesmiştik, bilet yoktu ve evde oturup dinlemek , muhabbet etmek de hiç fena bir fikir değildi. Sagi zaten uyumuştu, İrem de üzereydi. Sonra Bart geldi. Yine o gergin ortam… Sürekli bir Sagiye bir bana bakıp aramızda bir şeyler olup olmadığını kontrol ediyor gibiydi.
Ankara’dan annemin sürekli üzerimde olan gözleri yüzünden kaçmıştım ve başka bir adamın bakışlarını sürekli üstümde istemiyordum. Ona aşık olmadığımı açıklamama, arkadaş olabilmemiz için bana sürekli bakmaması gerektiğini ona anlatmış olmama rağmen kafasını tenis maçı izler gibi sürekli bir Sagiye bir bana çevirip durmasına çok kızmıştım. İrem uyumuştu ve biz üçümüz Bart’ın kafasındaki Fransız filminde saçma bir senaryodaydık, gözlerinde görüyordum. Sagi benim arkadaşımdı ve Bart’ı istemememim nedeni başka bir adam değil, onu istemememdi.

Evimde kapı olmadığından, onun banyoda olmasını fırsat bilip, yatak odasında üstümü değiştirirken, geldiğini fark edip, “stop! please dont come” dememe rağmen, ne demek istediğimi, yanıma gelip sormak isteyen bir adamdan bahsediyoruz. Sonrasında her zamanki gibi ona açıklıyordum. "Bart. If i say stop, that means stop. If I say something i mean that thing”. Ama işte yine görüyordum, Sagi benim dostum dememe rağmen, aramızda bir şeyler olduğunu düşündüğünü. Ne gerek vardı ki böyle bir şeye? Neden neydi, nasıldı hatırlamıyorum, sadece tam o sırada annemin yine aradığını, neden onları hiç aramadığımı sorduğunu, kafamdan “acaba işten çıktığımı mı öğrendi?” diye düşünürken banyoya kaçtığımı hatırlıyorum. Anneme önemli bir şey olup olmadığını sordum. Sadece merak ettiğini söyledi. İşin yoğun olduğunu söyleyip kapattım. Aynaya bakıyordum. Etrafta Bart’ın eşyaları. Dolabıma eşyalarını yerleştirmiş. Her yerde notlar, çiçekler, çikolatalar, bakışlar, nefesler, sehpanın üstünde bütün gece özellikle kel kafasından akan litrelerce teri sildiği bez mendili... Nefes alamadım. O evde Bart ve ben varken nefes alamamaya başladığımı fark ettim. İlk düşündüğüm bu durumdan kurtulmam gerektiğiydi. O sırada telefona gelmiş iki mesajı gördüm.

Yaz başı, bir adama fena aşık olmuştum. Ama öyle saçmalamıştım ki, arkasına bakmadan kaçmıştı. Arkadaşlarıma neden olmadığını anlatıyordum; “Onunlayken sanki elim kolum uzuyor, burnum büyüyor. Saçma sapan konuşuyorum.” Aynı Bart’ın bana yaptığı gibi. Uyurken onu, sabaha kadar seyrettiğimi hatırlıyorum. Kaçması çok normal değil mi? İşte o mesaj atmıştı. Biliyorsunuz, zaman bazı şeyleri, biraz silikleştirebiliyor. Neredeyse altı aydır onu görmüyordum ve aklım başımdan gitmişti. Bart, istediği iki haftanın 5 gününü almıştı en azından. Bense tek bir gece istiyordum.

Ama nasıl?

Sagi içerde Bartla sıkılıyordu. İrem yeni uyanmış uykulu dolanıyordu. Onunla konuşamadım ama beni anlayacağını biliyordum. Planım işe yarasın istiyorsam, kesinlikle riske atamazdım. Salona dönüp annemin, babamın geleceğini söylemek için aradığını söyledim. Hala yaptığımdan emin değildim. Biraz sonra arayıp, teyit alacağımı sıkıştırdım araya. Kendime düşünme payı vermiştim. Bart’a kalacağı bir hostel bakmaya başladık. Suçluluk duymam gerekirken, mutlu hissediyor olmam yanlış mıydı acaba? O anda, yalan söylüyordum ve bu işi bırakalı çook uzun zaman olmuştu. Kendimi sadece İrem’e yalan söylediğim için suçlu hissediyordum aslında. Çünkü Sagi zaten anlamazdı. Yaptığım doğruydu demiyorum dostum, ama gerçekten Bartın yanında nefes alamıyordum.

Sonra irem uykulu uykulu evine gitti. Bartla Sagi çıktılar. Evde yalnız kaldım. Kendi evimde, kendimle. Sonunda.

Bir mesaj yazıp, onu beklediğimi yazdım. Geldi, biraz konuştuk, aylar sonra oturup birer maden suyu içtik. Onu uğurlayınca bir sigara sardım, evin istediğim yerine yattım içtim ve istediğim yerinde sızdım. Sonra hamurla yatağa geçip rahatça uyuduk. Ve sabah, birini uyandırmaktan korkmadan kendime bir kahve yapıp, iş ilanlarına baktım. Evde mutlu ve yalnızdım.

Yalnızlık kelime itibarı ile tek anlamına gelse de, benim yalnızlık kavramım, yanında yalnızmışcasına rahat olduğum insanları, hayvanları ve yerleri de içeriyor. İrem’in iş çıkışları uğraması, Saginin pazarları, arkadaşlara 15 dakkalık ziyaretler, hamurun parmak emme seansları, çamurun yaramazlıkları… Hepsi benim yalnızlığımın parçaları. Ama ne yazık ki Bart değil.

Dün gece, dostum, çok kötü bir şey yaptım. Yalan söyledim ve hala, kaç gündür işsizim bilmiyorum.