29 Kasım 2010 Pazartesi

Hamur uzanmış yatıyor, ama gözleri açık, uzaklara dalmış birşeyler düşünüyor. Sigaradan diye düşünüyorum. Dumanaltı olduğunda sessizleşiyor geveze tombik. Çamur dışarda, miyavlıyor. Çok yoruyor beni son günlerde. Biz bu evde üç ev arkadaşı gibiydik ve aramızdan biriyle sorunumuz var, anlaşamıyoruz. Seviyoruz onu, ama dayanılmaz bir kedi. Adı üstünde Çamur. Doğaya ait ve burada, bu evde iki arada bir derede kalıyor. Durmaksızın bir içeri, bir dışarı giriyor, eve girdiğinde de üşengeçliğinden kilime sıçıyor. Çok yoruldum.
Dün Sagi, dışarda gözüme bakan Çamur'a, "ne istiyorsun benden?" diye sorduğumda, "just attention" demişti. Ben de tek istediğinin ilgi olduğunu kabul edip, Pazar günü boyunca ona çok iyi davrandım. Sürekli Saçunun sözleri aklıma geliyordu;
birini bebeğin gibi kucağında emziriyorsun, diğeri dışarda. Haksızlık yapıyorsun.
Ama işte ilk günden eve geldiğimde bizimki yine Arap Kadriyle işi pişirmiş, bütün mamayı bitirmiş, itişirken bütün çiçekleri parçalamışlar. Hamur bir yere sinmiş, bir yandan söyleniyor, bir yandan titriyor. Bu akşam Çamur'la ayrılmaya karar verdim. Hamurla sarılıp uyuyorlardı, gün içinde arkadaş olurlar diye düşünüyordum ama Hamuru da rahatsız ediyordu. Hamur dışarda yaşayamaz ama Çamur yaşar. Zevk de alır bundan.
Dün hediye edilen mavi battaniyem, mavi sıcak su torbam ve leylayla çay zamanı.
Tabanca ve mandalina resimleri gelmiş. Ne kadar eğlendik Pazar günü. Durmaksızın yürüdük, parklarda oturduk, silah attık, slogan attık, tavla attık.

Cumartesi de durmaksızın yürümüştük Sagiyle. Önce Mecidiyeköye, sonra Beşiktaşa. Onu otobüs durağına bırakıp eve dönerken, bir yandan konuştuklarımızı düşünüyordum;

Kimi görmek isterim biliyor musun?
Mazhar Alanson.
Onun sesi çok erkeksi ama aynı zamanda hüzünlü.
O evli mi?

Evet diyorum, çok da güzel bir kadınla.

O çapkın görünüyor. Filmlerinde, öyle değil. Ama bence normalde çapkın biri.

Portakal şemsiyesi bende, kocaman. Yağmur yağmıyor sanki, ama şemsiyenin kocaman turuncu aksinin altında durmak hoşuma gidiyor. Yine de kapatıyorum. Şemsiyenin cırt cırtını takarken Mazhar Alanson'un sesini duyuyorum. Kafamı kaldırdığımda Fuat'la sohbet ediyorlar. O an Beşiktaştaki durağa koşup Sagi'yi alıp gelmek istiyorum bi an. Ama ya otobüse bindiyse? diyor kafamdaki ses. Çok saçma.

Telefona gidiyor içimdeki el. Ama Sagi'nin telefonu yok. Ona mail atmalıyım diyorum. Hızlı hızlı çıkarken o kokoş çiçekçinin önünde üç koca torba görüyorum. Çiçek dolu. Gözlerime inanamayıp, kontrol ediyorum. Hala sağlamlar ve gerçek çiçekler. Bir buket yapıyorum. İçimdeki ses, araban olsaydı ne güzel atar bagaja eve getirirdin diyor. Evin içi çiçeklerle dolsa güzel olurdu. Ama araba olmadığından buketimle yetinip, eve dönüyorum.
O gece çok yazdım. Mutluydum. Gece Sagiyle uyumuş, sabah Sagiye uyanmıştım. Melaike Sultanla konuşurken yazmam gereken metin çıktı. O gidince ben de deliler gibi yazdım. Sözde erken yatacaktım ama gece üçte hala son bir kez okuyup ek yapıyordum.
Geçenlerde Secuya Övünçün bayılana kadar koşmak isteğini anlatmıştım.
Robbie Williams'ın klibindeki gibi. Övünç bir gün öyle koşmak istemişti. O gece, ben de bayılana kadar yazdım.
Kafam düştü, uyumadım, bayıldım.

Hiç yorum yok: