30 Ocak 2010 Cumartesi

Rammstein ekzıdınt

Stripped oldum bir haftadır. Ve düşünmeye başladım; Türkler Rammstein'i neden sever?

Almandırlar; Kabul etmek gerek peşlerine takılıp dünya savaşlarına girmemiz, Alamancı kültürümüz bir yana, dilinden midir yoksa faşizan yaklaşımlarımızın paralel gidişindenmidir nedir Almanları ayrı severiz.

Şarkı sözleri basittir. Bknz. Du. Du hast. Du hast Mich.

Sert müzik yaparlar. Hayatınızın bir döneminde rock dinlediyseniz Rammstein sizi büyük olasılıkla tatmin edecektir.

Aynı sertlikte de video çekerler. Rock grubu sonuçta. Anime mi yapsınlar bu yaşta değil mi? Pussy'yi youtube engelledikten sonra hiç aklımda yokken aradım buldum ve seyrettim. Başarılı buldum :) yasaklanmalarını gerektirecek kadar başarılı. E ne de olsa Almanlar. Yadırgamadım. Belki de Alman oldukları için yakıştırmış bile olabilirim.

Rammstein'ın en kapsamlı fan sayfalarından birinin (http://www.rammsteintr.com) Türkler tarafından hazırlanmış olması yukarıda yaptığım geyiklerin oturduğu temellerin sağlamlığını sizlere gösterir umarım.

Zengin kalkışı olacak ama Stripped'e bir klip çekilene kadar en sevdiğim videoyla idare edelim diyerek sözü bitirelim.
let the Rammstein begin!

28 Ocak 2010 Perşembe

rüya tekerlemesi


Tanrı aslında bir kadındı ve tüm melekleri de zenci!

Art nouveau detaylarla süslenmiş, barok tarzı sarayında, bir yandan "revolution"u mırıldanırken, diğer yandan kendine bir kırmızı şarap açtı.

O dans ederken, etrafında hayranlıkla uçuşan ufak meleklerden birine çapkınca göz kırptı.

Bittabi, adı bazı zamanlar Nina olan Tanrı, milyarlarca paralel evrenden birinde, bizim adam; kukayla, çocuk kalmış kadın; saklambaçın mutlulukları şerefine bir kadeh kırmızı açabiliyordu.

Melekler, sabahı göremeyen geceler kadar kara tanrılarının tüm ihtişamıyla tahtına oturmasını seyrettiler. Kırmızı orkideler gibi açılan ufacık, heyecanlı kanatlarını sabırsızlıkla titrettiler.

Nina, her şeyi bilen tecrübesinin verdiği neşeyle, meleklerinin minik kanatlarını, gururları gibi okşayarak anlatmaya başladı;

"Evlatlarım.
Bilirsiniz ki esirgeyen ve bağışlayanım.
Ancak kimse eğlenceli bir Tanrı olmadığımı söyleyemez bendenizin."

Evrenin kara boşluğunda ışıldayan yıldızlar gibi melekler başlarını sallayarak onayladılar onu. O kocaman sakinliğinin altında sonsuz bir neşe saklanıyor olduğunu bilerek yaratılmışlardı. Birbirlerine sokularak merakla dinlemeye devam ettiler.

Sevgili sükünetin şe'si kukacığımla, acıların elmaslaştırdığı kömür tanem saklambaç'ım da elbette yüzyıllar öncesinde yine karşılaşmışlardı. Öylesi acılarla olgunlaştırdım ki onları, tüm olgun meyvelere bahşedilen nefis koku gibi, Paristeki geceleri gibi kokan bir "o gece" hazırladım.
Ah! ne keyifli, ne heyecanlı ve ne şaşırmış çocuklardı onlar.
Kuka her zamanki sakinliğiyle usulcacık gülümsemişti, şaklambaçın mavi atkısına bakarak. Saklambaç, neşesini, gülümseyişini ve kalbine bir türlü sığdıramadığı sevgisini nereye saklayacağını şaşırmıştı. Yol boyu yürürken yüzyıllardır aynı şeylerden konuştuklarını hatırlamadan, gecenin ışıklarında yıkamıştı istiklal, neşelerini. Paris kadar romantik bir gecede gidip gelen ışıkların verdiği karanlık tenefüslerde, gülümseyerek teneffüs ettiler dudaklarını.

Kukacığımın gökler mavisi gözleri shekspearevari bir baş kaldırışla seslendi, saklambaçın şarap kırmızısı dudaklarına:


Senin dudaklarınla, dudaklarım günahtan arındı.

Yanıtladı saklambaç dudaklarını yere indirip gülümseyerek:

Öyleyse şimdi, günah dudaklarımda kaldı...

Kuka saklambaçın kulağına fısıldadı:

Öyleyse ver bana günahımı geri.?

Savaşır gözlerimle gönlüm öldüresiye

Senin güzelliğinin ganimeti yüzünden:

Gözüm kovar gönlümü seni görmesin diye,

Gönlüm ister gözüme pay vermemek yüzünden.

Gönlüm bildirir senin orada yattığını

Öyle bir hücrede ki giremez billur gözler;

Gözüm inkara kalkar gönlün anlattığını,

Güzel yüzünün ona sığındığını söyler.

Gönlü dinleyip karar vermek için toplanır

Düşünceler kurulu:soruşturur hakçası

Kurulun yargısıyla bir karara bağlanır

Seven gözün payıyla duyan gönlün parçası


"Askerde çocuklara Romeo ve Julyet okumuştum. Bizim köyde de Reşat'la Necibe böyle olduydu diye konuşmuşlardı aralarında..."

Tanrı aslında Nina adında bir kadındı. Onun masallarını dinlerken birbirlerine sarılarak uykuya dalmış bütün melekleri; zenci.
Ossırada...
Ne zaman öpmeyi bıraktım seni? diye sordu saklambaç.
Alnından öptü onu kuka.
Hadi uyu artık. Bak bütün melekler de uyudular.
Saklambaç yıldızların ışıldadığı geceler kadar kara gözlerini kaparken, kapıdan çıkan kukanın kazağını zorlayan sırtından uzayan kanatlarını gördü.
Gülümsedi.
Tanrı bir kadındı, birsürü zenci meleği vardı.
Kukanınsa gün geçtikçe genişleyen sırtından sonsuza uzayan kanatları...
Gözleri kapandı.


Ama
döndün
sen
yeniden
geldin

Sen
sen varsın
sen olduğun için
ben varım
yeniden

Geldin
sen
yeniden
ve her zaman
yine sen

Sen
sen
sen ve ben
her zaman yeniden
ve yine

25 Ocak 2010 Pazartesi

adonis dream


Bu sabah; sıkış tepiş binilen metrobüste, dar alana sıkıştırılmış fazlaca insanın birbirini inceleme durumu bir süre sonra rahatsız edici boyutlara ulaştığından, çantamdan eksik etmediğim kitapların, son zamanlarda takıldığım Tuesdays With Morie'sine dalmışken, üzerimde sürekli bir bakış taşıdığımı biliyordum. Ancak Mitc'in;
"who wins?"
sorusuna Morie'nin
"Love wins.
Love always wins."
cevabını vermesi, dudağımın sağ tarafında beklenmedik bir olta gülümseyişi oluşturunca, yol boyunca etrafımda taşıdığım bakışın takıldığını ve aslında ölüyor mu yoksa dans mı ediyor olduğunu anlamadığım, oltaya takılmış balıklar misali dudağımın sağ kenarından ayrılamadığını fark ettim.

Kitabı kapattım ve tek noktaya takılmadan bana bakanın resmini kafama çizmek için incelemeye başladım.
Şaşırtıcı derecede mükemmel bir balıktı avlanan.
Eldivenlerinin mor tonu, ellerinin büyüklüğü, omuzlarının genişliği, kulağındaki küçük küpesi, boynundaki atkısı, paltosu, paltosunun kesimi, üzerine oturuşu, pantolonu, ayakkabıları...
Tüm ufacık detaylarına kadar Adonis metrobüse düşmüş ve benim oltama takılmış kadar mutlu hissettim birden.
Sevgili Adonis'im onu böyle "cüretkar" inceleyişime inanamayarak, ama gururunun okşandığını hissettiren kaçamak bakışlarla ya da telefonunu inceliyormuş gibi yaparak yüzümden onu beğenip beğenmediğimi anlamaya çalışıyordu. Oysa ben onu o kadar beğenmiştim ki, resimlerini çizmek için başladığım fotoğraf çekme işini heykelini yaparak sürdürüyordum o sırada.
Haberi yoktu.
Zincirlikuyu'dan Mecidiyeköy'e kadar tüm detaylarını aklıma attım.
Bu kadar cüretkar bakan bir kızdan bir adım bekliyor gibiydi. Aslında içimdeki cüretkar kız da inmeden ona "resmini aklıma çizdim" demeyi düşünüyordu ama öylesine mükemmeldi ki, varlığını gerçeklerle kirletmek istemedim.

Durakta indim ve artık nasılsa içimde olduğunu bilerek, onu sanki içimde bir yerlere hiç koymamış gibi yürüyüp gittim...

24 Ocak 2010 Pazar

karamel



Bugün benim için çok önemli bir adam, kadın olduğunu yeni yeni fark eden bana, fotoğraflarımdan daha güzel bir kadın olduğumu söyledi. Çıplak kadın fotoğrafları çekme peşinde koşan önemsiz bir diğeri, terslendiğinden canımı sıkmak için önemsiz bazı şeyleri…

Bir sigara yaktım. Aslında sigarayı bırakmaya çalışıyordum ama insanlara şaşırmayı bırakmak daha önemli geldi o an. Her insanın ayrı bir dünyası var ve ben artık bazılarınınkine şaşırmadan bakıp çıkmayı öğreniyorum.

Kaos teorisini hatırladım şimdi bunları yazarken. Bazı olaylarda öyle çok etken oluyor ki artık bütün bu etkenlerle savaşacak ya da dünyayı değiştirecek kadar güçlü hissetmiyorum kendimi. Güç hala içimde ama ben o gücü insanları ve dünyayı değiştirmek için kullanmak istemiyorum. Sadece kendi dünyamı güzelleştirmek için kullanıyorum artık. İşte bu yüzden daha sakin ve daha güçlüyüm.

Bu geceki yalnızlık nöbetimde yeşil saçlı bir kadın çizdim. Upuzun saçları olan havanın içinde uçarcasına kollarını açmış ve acı acı gülümseyen...

Acı acı gülümsemek ne ilginç terim değil mi? Gülümsemenin acısı olur mu? Dememek gerekiyor işte. Oluyor. Acılar yaşanırken kocaman görünüyor. Aslında ufacıklar. Sadece o acı çemberinin dışına çıkıp ne kadar ufak olduklarına bakmak gerekiyor. Acıların dışına çıkmak, kendi içime dönmek oluyor. Çok sevdiğim yalnızlık nöbetlerimi tutuyorum o yüzden. Elimde kalemimle. Kulağımda o Lübnanlı kadının muhteşem sesinin dalgaları...
Bu kez dalgaların içinde, su içindeki balıklar kadar tutulamaz ve güzel bir adam...

Bugün sebepsiz yere güzel bir pazardı. Ve artık biliyorum ki bir zamanlar nefret ettiğim pazarlar da her şeye rağmen güzeldirler.

Üzeri haddinden fazla çizildiği için 1 liraya alabildiğim şiir kitabımdan Nazımın Piraye’ye yazdığı şiiri açtım ve o adamla arabada omzuna ilk kez başımı koyduğum zaman dinlediğimiz şarkı çalıyordu bunu okurken hala.


"Ne güzel şey, hatırlamak seni,
Ölüm ve zafer haberleri içinden.
Hapiste
Ve yaşım kırkı geçmişken."


Fazladan içtiğim boş son sigarayla, düşündüm ben de

"Ne güzel şey hatırlamak beni
Ölüm ve zafer haberleri içinden
Hapis hanemde
Ve yaşım geçmişi çoktan geçmişken…"

Cahit Külebi olsa o adam, dese ki gözlerime bakarak şu anda:

Sen bir kamış kadar narinsin
Öyle ince ki parmakların
Okşasan kırılır
Öpsen halsiz düşersin

Sen sabahlar kadar güzelsin
Pembesin beyazsın yeşilsin
Tarlalarda bulutların gölgesi gibi
Güzelsin


Mouzannar'ın sesi gibi dalgalı bir deniz gibi derim ki

Ey sevdikçe beni
Durmaksızın genişleyen omuzlarından çıkan kanatlarına şaşıran adam
Sen ki şaşkınlığın kendisisin.

Oyuncu bir kedinin kuyruğu olmak isterim sendeyken
Ve o şarkıdaki piyanonun siyah tuşları
Isırmak isterim aramızda duran sütlü çörekler misali
Mis kokulu sevgiden
Dudaklarından öper gibi

Sükunet dediğin ne ola ki?
Sen ki, sakinlikler şehri...



23 Ocak 2010 Cumartesi

ossırada

saatin zili durmadan çalıyordu. tek gözü açık "ertele" ye bastı. ossırada, hikmet hanım plastik türk kahvesi makinasının düğmesine basmıştı. ilk alındığında kızı selin'e kızmıştı ama cezvede yaptığından köpüklü yapıyordu işte ve acelesi vardı. üzerinde dedikodu yapılacak birşeyler vardı. kahveleri doldurup 6 numaradaki nalanın kapısını çaldı. "duydun mu kız 7 numarayı? sabaha kadar vallahi..."diye konuşmaya başladılar.

ossırada selin "müsait bir yerde inecek var" diye seslendiği halde durmayan ve ilerde indiren şöföre içinden söylenerek yürüyordu. boşu boşuna yürütmüştü pislik herif. geç kalacaktı işte toplantıya. kestirme olsun diye yıldız parkının içine daldı...

ossırada yıldız parkında sokak köpeği cinsi "kuzu" olan kırma, dün gece park boyunca eşlik ettiği esmer kızla, sarı adamın köpeği olduğunu ve pikniğe gittiklerini görüyordu rüyasında. onu en az bir goldenmışcasına seviyorlar ve bir yandan kahkahalar diğer yandan ona getirmesi için sopa atıyorlardı.

ossırada çöpçü hilmi, yere düşen, sonuna kadar içilmemiş bir malbora izmaritinin filtresini üfleyip etrafı kontrol ettikten sonra yaktı. tanesi 35 kuruştan 10 kuruşluk bir fırt çekti. yerde görse 10 kuruşu da alırdı. günahtı. milli servetti. vesaire...

ossırada dünyanın bir yerlerinde depremler oldu,

ossırada o depremler bazı okyanusları dalgalandırdılar,

ossırada dalgalı kurlar nedeniyle elemanlarının maaşlarını geciktiren bazı küresel firmalar bir günlük ufak kazançlar yaptılar.

ossırada deniz kıyısında balıkçı mehmet amca havaya bakıp, bugün güzel bir gün olacak dedi.

ossırada bir adam gülümsedi.

ossırada saçları kontrol edilemez derecede asi bir kadın o gülücüğün yanaklarında bıraktığı izi öptü...

ossırada birsürü şey oluyordu. ossırada kız yataktan sürünerek çıktı. play tuşuna bastı. ossırada nina simone i feel good demeye başladı.

19 Ocak 2010 Salı

adam



eskilerden bir gece yapalım dedik. bütün eskilerden gittik geldik.
kura çektik adam çıktı.
sevmeyelim de taşa mı dönelim yani ;)

15 Ocak 2010 Cuma

pardon



kutsal cumaların sonuncusu. ne getirdin bana? bugün uzun zaman sonra gözümü gözenimi gördüm rüyamda. onun hediyesiydin belki. bir yandan beni düşündürten bir şarkı çalıyor durmaksızın. aklımda güneşin doğduğu anın en koyu karanlıklardan sonra geldiğine dair birşeyler dolaşıyor. bazen de hayatından sevmediğin bir bağımlılığı çıkarıp yer açmadan güzel birşeyleri sığdıramayacağına dair...
sigarayı bırakacak kadar güçlü hissediyorum bu sabah kendimi...
neleri bırakmadım ki?
pardon.


tanışmışmıydık?

bu cuma sonunda kalbim olduğunu hatırladım. çok mu hızlı atıyordu yoksa atmak için sizi mi bekliyordu bilemiyorum. yalnız artık onun orada olduğunu biliyorum. avuçlarınızı biraz gevşetmeniz gerekiyor belki de. ziyadesiyle nefessiz kalıyorum. çok içmiş bir sarhoş kadar bulanık zihnim. kutsal olan cuma mı, salı mı, yoksa siz misiniz emin olamıyorum.

alı koymuşsunuz aklımı. alım al.

olabilirim...

çok uzun zamandır öksürüyorum. öksürmediğim zamanları hatırlamayacak kadar uzun zamandır.... bir süre tanrının benimle kafa bulduğunu düşündüm. burnumun her on dakikada yeniden dolmasının mantıklı bir açıklamasını bulamıyordum. eğer vücudumdan bu kadar sümüksü sıvı atıyorsam kilo vermeliydim en azından. bunların nedeni hep sigaraydı. ben ve tanıdığım herkesin hayatındaki gizli özneydi sigara uzun zamandır. önce 7 lira oldu, sonra 5.5, sonra yeniden 7. sanırım birileri birileriyle durmadan dalga geçiyordu. ya da dalga geçilen birileri tepki veremeyecek kadar dondurulmuştu.
bu kadar öksürürken sigara içmek hiç mantıklı değildi. acı çekeceğini bileceğin bir adama aşık olmak da. o adam hayatımda gizli özne olarak duruyor bütün cümlelerimi devrik yapıyordu. "bırak yaa" diyorlardı ama bırakamıyordum. birileri bana şaka yapıyor olmalıydı. bir eşşek şakası... ciğerlerim sökülüyordu öksürmekten, kalbim sökülüyordu, ağlamamak için gözpınarlarımı sıkmaktan. durmadan öksürüyordum. durmaksızın ağlayamıyordum. sigarayı bırakalım diyorduk gülizle birbirimize. almayalım en azından belki evde olmazsa içmeyiz. ertesi gün aldığı yeni paketi uzatırken gülüyordu: gösterişi seviyorum kızım.
aramamalıyım diyordum ben de kendime sürekli. aramazsam düşünmem belki. ertesi gün elimde telefon ona sevgimi anlatmaya çalışırken buluyordum kendimi. ve o yine binlerce güzel şey arasından can yakan gibi birşeyler buluyordu bana söyleyecek.
bu sigara öksürtüyordu. bu aşk canımı yakıyordu.
zaten hayat pahalıydı, aşkım ucuz.
birini almak, diğerini vermek, öksürüğe yenilmekten bile zordu.
bırakmalıydım birşeyleri
yalnız bu hastalıklı aşk beni yorgun düşürüyordu,
sanırım tanrı benimle kafa buluyordu...

9 Ocak 2010 Cumartesi

kesir



acılarıma
boşalmayı bilmeyen kadınlar misali iç çeken
görmek bilmez âmâlar çetesi gözlerin!
tepeleme sözlerle doldurduğun
kalp doyurmaz aşklarınla
doydu mu?

o sancılar ki
sen yürürken titrek bacaklı rüyalarına
çıkmaz sabahlarımın
çıkılmaz gecelerine uzanan adamların
hiç sevmemiş koyunlarında
akıllarında söylenmemiş sözlerin ağırlığı
yeni ölmüş bir bebek kadar ağladılar
duydun mu?

boğazı henüz kesilmiş bir aşıktan kanayarak
kırmızı
malboro dumanlarına sarılmış anılarımı öperken filtrelerinde
perşembesi olmayan bir çarşamba gecesi kadar ümitsizce
soyunacak ve sevişecek
daima göremeyeceksin
ersiz kalan kadınlığımın
sıfatlardan soyulmuş çıplaklığını
yoruldun mu?

geçerken
hiç gelmeyecek otobüslerin
acılar ve hazlar şehrinden
satılmamış biletleri kadar açığa alınmıştı ağlamaların
ağlamadığını sanan erkeklerin
ayaklanmış uçurumlarında yankılanan bir devrimdi olanlar
ve tüm devrimler doğarken
kadınların çığlıklarıyla yıkandı
peki şimdi
duruldun mu?

aksini söylesen de
artık ne sen geleceksin
ne ben bekleyeceğim

sabaha karşı ayyaşların kalpsizliklerini kustuğu
buluşacağımız kaldırım taşı da
gözpınarlarının ayaklarına bağlanmış ve atılmıştır boğaza

akıp giden hayat misali basit şiirlerin
boğazına takılan
alengirli bir küfürdür yazdıklarım
okudun mu?

6 Ocak 2010 Çarşamba

başsağlığı

sen ki yağamayan bulutlu gökler
ağlayamayan buğulu gözler kadar gri çocuk!

sancılarımdan buztopu gibi bir ceset doğurdum sana
ne analı ne babalı
ancak kalbe düşecek kadar yaşadı
cenazesi çoktan kalkmış
geç kalmış dönüşlerin gibi
sebepsiz ve sonrasız oldu
sessiz ve kedersiz öldü
zavallı

ölüm misali sevgin
ağlatırdı kadınları
belki kalbime düşen gibi
zamanında ölü doğduğundandı

gözkapaklarımı yırtar gibi doymuşken ağlamalara
rahmim yokken anlatmalara ve anlamalara
geceleri dinlediğin nefesime sar
başımın yerine göm o cesedi
o da benim gibi titrer
ağır bir hastalıkmış gibi terler hatta
battıkça sancılı sonsuz uykularında...

1 Ocak 2010 Cuma

Kozak Yaylası

Duyuyor musunuz?
Bir yerlerde ağaçlar kesiliyor.
Yeni bir maden yasası geçirilmek üzere, buna göre orman arazisindeki maden yeterince değerli ise o ormanı yok sayabileceğiz. Ormandan odunu anlayan birileri var hala bu ülkede ve bizi yönetiyorlar. Odunu alıp onları kovalamak istiyorum.


Eski Bir Şarkı

Orda bir köy var uzakta.
O köy bizim köyümüzdür.
Gitmesek de, görmesek de,
O köy bizim köyümüzdür.


Çocukken, eski model radyomuzdaki, çocuk programlarında dinlemeyi en çok sevdiğim şarkılardan biriydi.

Anıtkabirin hemen yanındaki evimizin balkonunda, gözlerimi kısıp mümkün olduğunca uzağa bakarak, bu şarkıyı söyler, o uzaktaki köyler ve o köyde yaşayanlar hakkında hayaller kurardım.

Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdü çünkü.

Hiç görmediğim, kestane, gürgen palamut, altı yaprak, üstü bulut ormanların, hemen yanıbaşındaki köyümü düşünür eylerdim kendimi çocukken.

Çocuk şarkılarıyla birlikte, bizim olan köyler de değişti.

Evet, hala köyler vardı uzakta ama,

Gitmiyorduk.

Görmüyorduk.

Ve o köyler bizim değildi artık.

Maden şirketlerinin ve yabancılarındı.

Didimi İngilizlere, Kaşı Fransızlara vermiştik.

Kaz Dağları ve Artvinle doymayan maden firmaları ise gözlerini Türkiye'nin Organik Çam Fıstığı Deposu İzmir Kozak Yaylası'na dikmişti.

Ve, 5 milyon Çamfıstığı Ağacı ile civardaki 17 köyün geçimini sağlayan bu cennet, Maden Firmalarının sondaj çalışmalarına açıldı.



Kozak Yaylası

Kozak Yaylasında, helenistik çağdan bu yana ekolojik olarak yetişen çamfıstığı ağacından, Türkiye’nin yıllık 40 milyon doları aşan ihracat geliri var. Yayladaki köylüler, altın madeni çıkarılması halinde 17 köyün geçim kaynağı olan çamfıstığı ağaçlarının kuruyacağını, tarımın ve doğal güzelliklerin yok olacağını söyleyerek Kozak Yaylası Çevre Koruma Kültür ve Turizm Derneğini kurdular.Paneller düzenlediler, olanları ve olacakları anlatmaya çalıştılar. Dernek Başkanı Taner Tekin'in açıklamasını olduğu gibi incelemek gerek diye düşünüyorum.

"Maden şirketleri öncelikle orman arazisini kiralayarak maden arama çalışması yapmaya başladı. Hatta sondaj çalışmasını da başlattılar. Maden Yasası elimizi kolumuzu bağlıyor. Altın madeni, Kozak Yaylası’nı kurutur.
Altın madeni yalnızca bir doğa harikasını yok etmiyor, çevrede yaşayan köylülerin hayat damarını da kurutuyor. Çünkü bir ton cevheri işlemek için 10 ton suya ihtiyaç var.
Su kaynakları kesilirse tarım yapamayız, yeraltındaki suyla beslenen çamfıstığı ağaçları kurur. 10 yıl sonra maden araması yapanlar gider bize de atıklarla zehirlenmiş, üzerinde çamfıstığı yetişmeyen kuru ağaçlar kalır.
Üstelik devletimizin bu madenlerden aldığı pay sadece yüzde 2.
Helenistik çağdan bu yana ekolojik olarak yetişen çamfıstığı ağaçlarına ve tamamen endemik bir yapıya sahip olan ve bölge ekonomisinin can damarını oluşturan, 300 binden fazla insana su sağlayan bu yayla feda edilir mi?
Sondajdan çıkan atık, hem Ayvalık ve Altınova’nın içme suyu ihtiyacını karşılayan Madra Çayı’na ve barajına karışıyor hem de yeraltı sularını kirletiyor.
Sondaj için birçok ağacı kestiler. Bir de siyanür havuzu kurulursa yayla yok olur. Bizim altınımız toprağın altında değil, üstündeki çamlardır."

Köylülere iş vererek kandırmaya devam eden Koza Altın İşletmeleri gibi firmalar aslında sadece altın aramıyor, Çevre Cinayeti de işliyor.
Nasıl mı?

Maden Arama Firmaları /Kaz Gelecek Yerden Tavuk Esirgenmez

Kozak`ta araştırma yapan Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü ve Ovacık Altın Madenleri bilirkişisi Prof. Dr.Ümit Erdem, madencilik faaliyetlerinin yaylaya büyük zararlar verdiğini belirterek, bölgenin `Ekolojik hassas bölgeler` arasında yer aldığını, taş ocağının çalışmasının bile mümkün olmayacağını belirtti. Dünyada aranan üç türlü fıstığın en güzelinin Kozak Yaylası`nda yetiştiğini dile getiren Erdem,

"Altın değil herhangi bir madenciliğin, özellikle ekolojik hassas yörelerde yapılması bizim doğal kaynak israfımızdan başka bir şey değil. Maden Yasası`ndaki değişiklikle ruhsat alan her kişi, her kurum istediği yerde arama yapar duruma geldi. Kaz dağları`nda da Kozak Yaylası`nda da madencilik yapmak cinayettir. Dünyanın bir numaralı çam fıstığı üretim havzası Kozak Yaylası'ndadır. Köylü onlara gözü gibi bakar. Böyle yerlere ekolojik hassas bölge diyoruz. Bırakın altın aramayı böyle yerlere çivi çakarken bile oturup 80 yıl düşünmek gerekir" dedi.

EGE Üniversitesi Nükleer Bilimler Enstitüsü öğretim üyesi Prof.Mehmet Nurullah Kumru da, Kozak Yaylası ve civarında Devlet Planlama Teşkilatı`nın hayata geçirdiği bir proje ile Ege Üniversitesi Nükleer Bilimler Enstitüsü `nün çalışmaları doğrultusunda yörede çok miktarda uranyum potansiyelinin ortaya çıtağını ifade etti.Kumru , altınla birlikte çıkartılan uranyumun çevre ve insan sağlığı açısından önemli olduğunu, altının alınıp uranyumun bırakılması durumunda radyoaktif madde açığının ortaya çıkacağını dile getirdi. Kumru ,

"Verilere göre petrol, doğalgaz, kömür, uranyum gibi maddelerin önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde tükeneceği belirtildi. Ayrıca uranyumun çevreye verdiği olumsuz etkinin dışında uranyum madencileri üzerinde yapılan araştırmalarda, radonun akciğer kanseri için ana sebep olduğu da ortaya çıkartıldı" dedi.

Kozak Yaylası da Kaz Dağları ve Artvin gibi, herşeyden önce doğal varlığımızdır. Maden arama çalışmaları hem doğaya hem de çevredeki insanların sağlığına zarar verecektir.Bu yayla civardaki 17 köyün geçimini sağlamaktadır. Köylülerin dediği gibi yılda 40 milyon liralık ihracat getirisi olan bu doğal sektörü, maden arama çalışmalarıyla baltalamak, altın ararken, altın yumurtlayan tavuğu kesmeye benzer.
Ancak Maden Firmaları Bergama deneyiminden ders alarak, gözlerine kestirdikleri yerlerde "Halkla İlişkiler" adı altında köylülerin gözlerini boyamaya, geleceklerini elinden almaya çalışıyor. "Anadolu'nun Altındaki Tehlike" yazısında Sn.Özer Akdemir'in belirttiği gibi;

"Tüm altın madeni girişimlerinde yoksul köylülere iş vaadi var. Tarlaların, arazilerin, maden sahası içinde kalan yapıların ederinin 10-20 katı fiyatlarla satın alınması söz konusu. Bazı yerlerde, (Uşak - Kışladağ ve İzmir - Efemçukuru gibi) köylülerin arazilerini satmamaktaki kararlılıkları hükümet destekli kamulaştırma sopası ile karşılanıyor. Madenci şirket "kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez" mantığı ile köylere, yol-su, sağlık ocağı, okul vs. altyapı ve sosyal yaşam tesisleri yaptırıyor. Hatta, Uşak'ta olduğu gibi damızlık boğa dağıtılıyor, iftar yemekleri veriliyor (Bergama), şenlikler düzenleniyor. Maden sahası içinde kalan köylerdeki taşınmazlar bedellerinin çok üzerinde fiyatlarla alınırken, Bergama Ovacık köyü ve şimdi Erzincan Çöpler köyünde olduğu gibi, köy madenin birkaç kilometre uzağında yapılan dubleks evlere taşınıyor.

Bunun yanında madene karşı olanlar, çok çeşitli yöntem ve araçlarla susturulmaya, baskı altında tutulmaya, yıpratılmaya çalışılıyor. Bergama köylülerinin önce gizli örgüt kurmakla suçlanmaları, ardından mücadelede öne çıkan unsurların "Alman ajanı" olma iddiası ile DGM'de yargılanmaları ve nihayetinde madenle ilgili gelişmeleri haberleştiren gazete ve gazetecilere açılan tazminat ve ceza davaları "maden karşıtı" unsurların etkisizleştirilmesine yönelik uygulamalardan birkaçı. Madenci şirketler tarafından yapılan bir diğer halkla ilişkileri geliştirme yöntemi de "bilgilendirme gezisi" adı altında yörenin önde gelen isimlerinin yurtiçi ve dışında çeşitli yerlere götürülmesi oluyor. Hatta, bu öyle bir hale geliyor ki, tıpkı Bergama'da olduğu gibi, madenin açılıp açılmaması sonucunu doğuracak bir rapor hazırlamakla görevli "bilim adamları"ndan oluşan heyetler bile, eşleri ile birlikte ABD'de "inceleme gezisi"ne götürülebiliyor. 1997 yılındaki Danıştay kararının ardından kapatılan Bergama altın madenini Başbakanlık'ın talimatı ile yeniden inceleyip "açılabilir" diye görüş bildiren TÜBİTAK raporu böyle hazırlandı. "

Ve...

1980'lerden itibaren herşey "para" ve "güç" oldu.

Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik herkesin hakkı olan konular olmaktan çıkarılıp,adım adım özel sektörün kucağına atıldı.

Ülkenin bütün varlıkları, en önemli kurumları, kuruluşları teker teker satıldı.

Gümrük Birliğinden sonra cari açık devasa boyutlara ulaştı.Bu iktidar döneminde, sıcak paraya verdiğimiz inanılmaz faizle, ekonomizi, güzel gösterilmeye çalışılmış, sıkça da estetik ameliyatlardan geçmiş bir hayat kadını gibi yabancı yatırımcılara ve hatta japon ev kadınlarına bile pazarladık.

Ulusalcılığı rafa kaldırıp, küresel küresel diyerek küresel krizin tam göbeğinde buluverdik kendimizi.Üstüne üstlük tüm varlıklarımızı kaybetmiş, kolumuz kanadımız kırılmış olarak.

Ab fonlarıyla beslenen eğitimden, sağlığa farklı kurumlarda, ülkemiz aleyhine gelişmelere göz yumulmasıyla karşılaştık.

Üretimi destekleyecek hiç yatırım yapmayıp insanları sadaka toplumu haline getirdik.Sadaka toplumu olsunlar ki oyları satın alınabilsin.

Şu sıralar gündem çok farklı.

Kendi erklerini devam ettirmek için bazıları, yukarlarda atmadığı taklayı bırakmaz, hakka hukuka inanmadıklarından yargıyı bile bulanıklaştırmaya çalışırken,

Orda bir yayla var uzakta.

Maden firmalarının kucağına atılmış.

Doğal bitki örtüsü zenginliği ve korunmuş geleneksel yapısıyla, İzmir'in Bergama ilçe merkezine 20 kilometre uzaklıktaki Kozak Yaylası, uluslararası altın tekellerinin istilasına uğrayarak yok edilmeye başlandı.

Kozak Yaylası hepimizin.

Sahip Çıkılmalı.



www.kozakyaylasi.com

DİKİLİ ÇUKURALAN'DA AĞAÇ KATLİAMINI LANETLİYORUZ !
BU KATLİAMI DURDURUN !

Çukuralan kan ağlıyor...Çukuralan öfkeli...Kozak yaylası tedirgin...
Kozak yaylasının Kaplan köyüne komşu Çukuralan köyünde resmi rakamlara göre 7743 ağaç kesildi ve halen kesiliyor.
Özellikle Aşağıbey köyümüz sınırında yer alan Yelli mevkiinde kesimler yoğunlaşmıştır. Bu kesimler, devletin izniyle ve eliyle yapılıyor, göz göre göre bu katliama izin veriliyor. Koskocaman bir orman yok edildi ne pahasına bir ton kayaç'ta ki 4 gr altın için. Yüzlerce yılda oluşan bu ormanı 4 gr altın için feda eden zihniyeti lanetliyoruz...

ENDİŞELİYİZ! Kozak yaylasında başlayan bu talan nereye kadar gidecek, sırada Kaplan mı, Aşağıbey mi ,Yukarıbey(gelintepe mevkii) mi yoksa tüm Kozak yaylası mı var ? Bugüne kadar dünyanın en kaliteli çam fıstığını üreten ve heryıl 50 milyon dolar civarı ihracat yaparak devlete katma değer kazandıran, ormanına canı gibi bakarak, yangınların neredeyse hiç olmadığı yöremiz de bu yapılanlar Kozak köylüsüne reva mıdır?

Kozak köylüsü soruyor, bunca yıl gözbebeğimiz gibi koruduğumuz Kozak Yaylasını Altıncı şirketlere peşkeş çekilsin diye mi koruduk ? Nedir bu rezalet !

Yeryüzünün cenneti olan Kozak yaylasına nasıl kıyarsınız, bu hangi vicdana, hangi dine ve imana sığar ?

Kozaklıların feryadını duyacak bir vicdan sahipleri yok mu Ankara'da ?

Milli park ilan edilip koruma altına alınması gereken yaylamızı, Altıncı şirketin talanına nasıl açarsınız ? İki elimiz iki yakanızda... Kurtuluş savaşında, Bergama'da Kuvay-ı Milliyeyi örgütleyen Kozak köylüsüdür, Kozaklı'nın öfkesini ve sabrını daha fazla zorlamayın...

Kaç kuşaktır bu topraklarda yaşayan biz yörükler, çoluğumuzu çocuğumuzu bu toprağın bize bahşettiğiyle baktık büyüttük, onları şehre göndermedik aksine hergün yüzlerce çalışan yaylamıza gelerek ekmeklerini kazanıyorlar. Her Kozak'lının canı ciğeri gibi baktığı bu topraklar da "YEŞİL BİR KOZAK'ı" yaşatıp, gelecek kuşaklara bırakmak boynumuzun borcudur. Bu borcumuzu ne pahasına olursa olsun ödeyeceğiz.

Anayasal hakkımız olan "sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkımızı" elimizden alamazsınız !

Siyasi iktidarı uyarıyoruz, elinizi Kozak'tan Çekin !

Kozak'ta ki Ağaç Katliamını Derhal DURDURUN !

Mehmet AKKIN Erol ENGEL

KOZAK ÇEVRE DERNEĞİ BAŞKANI BERGAMA ÇEVRE PLATFORMU