31 Mart 2010 Çarşamba

ben cil




içimde kalan sen
zamanla
daha az benzer sana
başta adın sandığım
çokca hayalimdir
aslın da

içinde kalan ben
sanki yaz başı
hayal kırgınlığıdır
kışı taşımaz ama
baharı da kırıktır
nasılsa

ne kadar yakınsa
bir o kadar uzaktır
adın... adım... adım
maalesef zamansız
hayal kırıklığına

30 Mart 2010 Salı

ankara




Mahallenin tüm kedilerinin karıştırdığı ve içinden çıkılmaz bir yumak sanki, her zaman tek bir komutla hizaya soktuğum düşüncelerim. Tüm şehir organize ve motorize olmuş ağlıyor hani öylesi acıklı, sinirli ve bozucu sinirleri...

Evde bazı koltuklar vardır, filmin en rahat seyredildiği. Film izleyeceğin zaman o koltuğa oturursun, ya da koltuğa oturduğunda film seyredesin gelir mesela. Metrobüsle birlikte benim için de kitap okuma vakti gelir. Kulağımda müziğim, kitaba dalar, inene kadar ufak bir boğaz tenefüsü verip, derinlere devam ederim. Bu sabah ne zorlarsam zorlayayım yeni kitabıma konsantre olamadım. Kafamda çözemediğim bir yumak varmışcasına alışkanlıklarım ısrarla bana karşı koyuyordu. Kitabı bırakıp müzikle kaldım ve tam ossırada billie jean çalmaya başladı...
Dinlerken ilk kez fark ettim. vay anasını dedim ya, MJ. de öldü, görüyor musun. Hey gidi hey...
Hani bazı olaylar vardır gerçekleştiğinde anlamazsın, ta ki soğuyup kafana dank! edene kadar. Henüz kesilmiş yaralar gibi...
Dank!
M.J.in çocukluğum olduğuna dair düşüncelerle, sevimli kıvırcık saçlı bir zenci olduğu halinden, bad'in çıktığı ortaokul doğum günü partilerine, black or white'a hatta ordan sonra zorlama naomili kliplerine kadar geçti çocukluğum gözlerimin önünden film şeridi gibi. Zaten ölüm dediğin ecelin kısa film galası değil miydi? Zamanla rengim açıldı, daha sivri burunlu ama daha az kendim bir çocuk oldum ben de. Ya da daha çok kendi. Çocukları neden sevdiği hiç çözülemeyen coçuksu bir yetişkin gibi.
Moon walk yaparak geri dönmek vardı hani, dönemedim.
İçimde bir kültablasına kallavi bir sigara söndürülmüşçesine sönerek, vay anasını dedim, em cey de gitti.
Anlayacağın bu sabah da mj.nin ölümü "dank" etti kafama.
Senin gibi...
Hani bazı kesikler vardır, olayın sıcaklığından anlamazsın ne kadar kesildiğini. Ertesi gün uyanırsın ki her yer kan revan...
Köprüden önce son dönüşü kaçırmak gibi hıçkırıklar vardır. Ağlarken o hıçkırığı geçtiysen durduramazsın revanı. Dönüşün yoktur, ağlayacaksındır artık sonuna kadar. Devandır... Hem de hıçkıra hıçkıra...
Sen de öyle dank ettin kafama bu sabah. Bu sabah senle benim aramdaki tüm kentler ağladı. Hepsi biraz kendi gibi.
Açık bir yara gibi aramızda duran 470 kmlik kesiğe baktım.
Birden tüm şehirlerdeki tüm camlar şangırdadı. Yere indi can çerçeve ne varsa.
Em cey ölmüştü, sen, dikilmesi imkansız bir yaranın öbür yakasında.
Dank etti.
Dank!
Ne var ne yoksa...
Hani çözülemez bir yumak gibi...

28 Mart 2010 Pazar

çöp adam, fahriyenin pazar mesaisi


ecnebiler sun day diyorlar. tatil günlerinin ışıklı ve sıcak olmasından belki de. pazarları serbest çalışıyorum. Çok sevdiğim bir işim var, çöp karıştırmak! insanların çöpe neler attığınıza inanamazsınız demişti dublör ikileminde murat menteş. bu işi uzun süredir devam ettirdiğimden, çöplerden toplanmış malzemelerin satıldığı çöplük fikrini benden çalmış olmasına çok kızmıştım. olsundu, ben yine de pazarları çöp karıştırma işine devam edecektim. çöp karıştıran adamlara dikkat ettiniz mi hiç? kimseyle gözgöze gelmezler, koyu renk kıyafetler giyerler, genelde gözlerinin hemen üstüne inen bir bere ya da şapka takarlar. onların çöplere giden değerleri korumak adına çalışan kimliklerini gizlemek zorunda kalmış, fahriler olduğuna inanırım. aslında öğretim görevlisi, iş adamı ya da ressam olan bu fahriler akşam eve geldiklerinde bu kıyafetlerini çıkarıp çöp araştırma kıyafetlerini giyerek sokaklara dökülüyorlar belki de.
insanların çöpe neler attıklarına inanamazsınız. saatler, bavullar, çocuk kıyafetleri, makyaj malzemeleri, tablolar... tüketim çağındayız neticede. severek aldığımız her eşyanın da bir ömrü var yaşanan ilişkiler gibi. bir süre sonra ne kadar severek almış olunurlarsa olsunlar çöpü boylayabiliyor hepsi.

bu pazar yürüyüş yaparken karşı kaldırımdaki çöpte gözüme bir kitap ilişti. herkesin bir fetişi olabilir bende de kitap fetişi var. hedefe kitlenmiş olarak karşıya geçtiğimde sevinçten havalara uçtum. torbanın içinde bırakılmış kitaplar, dergiler ve gazeteler tüm isteklerimi okşarcasına duruyorlardı karşımda. hediye kıvamında paketlenmiş beni bekliyorlardı sanki. torbadaki bütün kitapları tek tek karıştırıp bende olan bir kaç tanesi de dahil sırt çantama atıverdim. etrafıma bakınıp yürümeye devam ettim.
fenerbahçeli kardeşlerimin marinasına kadar yürüyüp ilk kuytu yerde kitapları inceleyecektim. sahile indiğimde kaldırımda duran muhteşem bir böcek ilişti gözüme. sırtı kahverengi bu böcek abinin üstünde altın sarısı işlemeler vardı. kral yüzüğü gibiydi. kendi halinde bir çimenin üzerinde güneşlenen kral böceğini kopardığım başka bir çimenle önce daha açık bir yere yürüttüm sonra da üstündeki deseni incelemeye başladım. kafamı çevirdiğimde yanımda dikilen ikiz kardeşler kendimi harikalar diyarında gibi hissetmeme neden oldu. böceği ve sırtındaki deseni onlara da gösterdim. büyük ihtimalle benle yaşıt olan anneleri de tepemizde dikiliyor ve bu böcekle oynayan küçük kız görünümlü kadının seri katil olup olmadığını tartıyordu. kral böceğini daha fazla rahatsız etmemeye karar verip gördüğüm ilk banka çöktüm. ganimetlerimi incelemeye başladığımda yağmur (böceği rahatsız ettiğim için olsa gerek) birden bastırıp beni evime yolladı.
acele etmeden toprak kokusunun tadını çıkararak yürümeye başladım. sun day bana süpriz yapıp toprak kokusu ve yağmur damlalarının halka sesini vermişti.
yolda çöpten nefis bir saat bulmuş bir çöp adama kıskançlıkla baktım.
işimi daha ciddiye almalıydım.

Tessa Virtue & Scott Moir

Kanadalı Tessa Virtue ve Scott Moir arasında karşı konulmaz bir tahin pekmez uyumu var. Açık duran televizyonda bir anda herkesin gözü onlara takıldı, birbirimizi dürtüp gösterdik. Onları izlemek canlı bir tabloyu seyretmek gibi, kalbinizin buzlanmış kısımlarında bir bale gösterisi izlemek gibi, ikinin birden daha yakın, daha güzel ve daha şiirsel olduğunun ispatı gibi... Onlar nefes nefese gösterilerini bitirdiklerinde ve neredeyse nefeslerini bile aynı anda alıp verirken alkışlar koptu... Odada kim varsa yaşamayı bırakmış alkışlıyordu.

27 Mart 2010 Cumartesi

çit-i

İlginçtir bazı kadınlar
Severler yalnız
kendilerini …

Adeta severmiş gibi sözleri,
oynaşan kıvrak dilleri
sabırla bekleşir
erkekleri dişlemeyi
yahut çekirdek çitlemeyi..


Nasıl dedikoducu “mahalle” kadınları
kapı eşiklerinde çitler dedikodularını ya da çekirdekleri
komşunun kızı Necla’yı
ya da Ayşe’nin Ayla’yı...
kendi kızları da çamurdadır...
ya kendileri?
Eski orospular nasıl severse
mesleki bir itiyatla
erkekleri çitlemeyi,
ki ederi vardır
ve gideri…
Sever bazı kadınlar da
çekirdeği ve erkekleri
ayak/üstü dedikodularında çitlemeyi...

Sözlerle ustaca örter,
bazı hafif “mahalle” kadınları
çakılmasın diye
hem çekirdek
hem dedikodu
hem de erkekleri çit(i)ledikleri

Üçün Biri


Kurban - Sahip

Kurban | MySpace Müzik Videoları


Yokluk vardı önce.
Boşluk da diyordu bazıları.
Kocaman varlığıyla, yokluğuyla ya da duruyordu öylece. Kıpırtısız. Çok sonraları el harezmi'nin sıfır dediği hiçlikti...
Hiçliğin monotonluğundan sıkıldı tanrı. Sıkıntıdan patladı. Büyük bir patlamaydı.
1 doğdu.
Tanrı 1'e bakıp gülümsedi...
Adem koydu adını.
Ve "secde edin!" dedi meleklerine.
Melekler hiçliğin parçalarıydı. Tanrının nefes alış verişleri...
Ama en derin soluğu, isyan etti.
Redd etti 1'e eğilmeyi.
Şeytandı.
Ademe karşı çıktı. 1'in tam karşısında durdu.
Tanrının gözünde eksildi, tersiydi ademin. Negatif oldu.
Kızgınlıkla verdi kıpkızıl nefesini tanrı ve "senin adın kıyamet olsun!" dedi şeytana.
"Sına 1/liğimi."
Yalnızlıktan sıkılan 1'e 1 daha ekledi.
Hav(v)aydı.
Böylece, 2 oldu.
Dişiydi. Çoğalmanın anahtarı. Çoğaldıkça çoğaldılar....
Evren genişledi, büyüdü.
Sayılar da...
Tanrı onları tek tek saydı... Esnemeye başladı, uykusu geldi...
Uykudan sonrası, kıyametti..

26 Mart 2010 Cuma

mumya sahili




tanıştığımızda yeni mumyalanmış iki zombi gibiydik. benim önce dilimi mumyalamış olmalılardı, sonra kalbimi. sonunda, geri kalan karakteristik organlarımı; gözlerim, dudaklarım, ellerim... tüm duyularım mumyalanmıştı sanki hem yaşamalarına hem de ölmelerine izin vermemecesine.

sahile indiğimde her zamanki gibi hiçbir zaman kral olamayacak köpek arthur'u denize alıştırmaya çalışan tyler durden'a benzeyen sahibini, onları uzaktan elinde sigarasıyla izleyen anneleri marla singer'ı ve her zaman aynı kumsalın kumlarında oynayan o kız ve erkek çocuğunu gördüm. belki başka insanlar da vardı ama sezilemeyecek kadar siliklerdi. ilk kez gördüğüm, tek başına gitar çalan karışık saçlı çocuk dışında herkes silikti bugün. dalgalar bile. kılı kılına uyduğumuz zaman mekan kanununda bir atlama olmuş ve buraya ait olmayan karışık saçlı çocuğu bu sahile atmış olmalıydı. yanına oturdum, kumların üstüne, ağzını açmadan gözleriyle; şarkı bitene kadar tek bir kelime söylemeden dinle! dedi. uysalca itaat ettim. keman sesinin ağlayan, inleyen bir ses olduğunu düşünürdüm, ama yaraları olan gitarlar da hıçkırıklarla, kekeleyerek ve dudakları titreyerek şarkılar söyleyebiliyorlardı. şarkısını bitirdiğinde aklımda geçenleri duymuş ancak şarkısını bitirmeden yanıtlamak istememiş gibi gözlerinin üstüne dökülen saçlarının altından bakarak, yaralarım var dedi. benim de dedim.
hangimizin biraz yarası yoktu ki?
diz kapağımın altındaydı benimki, bazen bacaklarımda başka yerlere yavruluyordu. yürüyüp gitmeme engel olmak istermiş gibi yapışmıştı bacaklarıma, sanki her biri onun parmak izleriydi... yavruları onun kadar inatçı değildi, kendi kendimi mumya olmadığıma inandırdığımda, onları da yok edebiliyordum. ama diz kapağımın altındaki... o gerçek bir nemruttu işte! inatçı, geçmek bilmez ve kaşıngan. kaşınmasa orada olduğunu unutacaktım belki, ama iyileşeceğimi ve kaybolacağını hissettiğinde kaşınmaya başlardı. ben de yalnız kaldığım ilk an hararetle kaşıyıp, kabuk bağlamasına izin vermez, kanatırdım onu. izi kalırdı.
aşk yaraları su çiçeğine oldukça yakındı.
o sahilde karşılaştığımızda henüz mumyalanmış iki zombiydik.
bundan habersizce, hayallerimizin başından ayrılamıyor, etrafında hayal et ler misali dolanırken, aklımızda kastanyet çalan deli düşünceler dans ediyordu. düşüncelerimiz özgür kalan tek duyumuzdu belki de. biz de işi deliliğe vuruyorduk.
adı neydi dedim? boşver dedi. güzel isim diye yanıtladım, benim de unut gitsin adlı bir sevgilim olmuştu. gülümsedi.
adını unutmadım hala dedim. ben adını ağzıma alamam bile dedi imkansızca. haberi yoktu ama o da benim gibi bir mumyaydı. neyi var neyi yoksa sökmüşler, ama ağzını yerine koymayı unutmuşlardı. ondandı onu mumyalayanın adını ağzına alamaması. yeni bir ağza ihtiyacı vardı. bunu, ona söylemedim. başka şeylerden bahsettim. neşeli şeylerden... sonra dünya üzerinde bildiğim tüm neşeli şeylerin bittiğini hissettiğimde, uykum var dedim sadece. uyuma dedi, annesinden ayrılmak istemeyen çocukların uyumamak için son bir masal isteyen bakışlarıyla.
umudunu kestiği bir anda gönderilen bir melek olduğumu sanıyordu. melekler uyumazlardı. umutları da olmazdı. ne melektim ne de onun umduğu başkası, onun gibi bir zombiydim sadece. uyumalıydım. yine de son bir gayretle, meleklerin önceleri görünür, dokunulur ve duyulur olduğundan bahsettim. insanoğlu bitmek bilmez hırslarıyla onları da acıtana kadar öyle kaldıklarından... sonra? sonra onlar da görünmez ve dokunulmaz olmuşlardı. bazılarının sadece sesi kalmıştı. bazılarının da benim gibi kesif bir mumya suskunluğu.
yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. gitmeliyim diye mırıldandım. gitme lütfen diye fısıldadı. fısıltısı dalgaların sesinde seyreldiğinde, ilan tabelasındaki festival ilanına bakıp baharda yapılacak festivallere onunla gitmek isteyip istemeyeceğimi sordu heyecanla.
gülümseme sırası bana geçmişti. gülümsemek de esnemek gibi bulaşıcıydı.
acil durumda camı mı kırdın? dedim.
sen var ya... dedi. ben vardım ya, gerçekten. henüz mumyalanmıştım ama ölüm bile yetiyordu. bir hayatta bir kaç ölüm yetiyordu insana gerçekten.
fazlası zarardı.
geri kalan herşeyi silik bırakan o sahilden ayrılırken sargıları çürümüş iki mumya gibiydik. yan yana yürürken parçalanıp dökülmemek için sargılarımıza daha sıkı sarılıyorduk, birbirimize sarılmak sadece parçalanmamıza neden olacakmış gibi.
arthur hala denize giremiyor, marla hala yeni bir sigara yakıyor ve çocuklar hala bitmeyen kumdan kaleleriyle oynuyorlardı. hava ılık, bahar geliyorum diyordu...
ve biz tüm baharlar tasfiye edilmişçesine, yaklaşan sıcaklığı yeni bir yara izi sanıp sevmekten korkuyorduk.


Mumya

su adresini saklıyor çiçeğimden
bütün musluklar yara
birkaç damla yağmur tozu konuyor belki
baharı tasfiye etmiş mumyalara

Güray Köksoy

25 Mart 2010 Perşembe

UYKU/ SUZ/ LUK

uzağa giden kadın

hiç bir kadına sandığın kadar yakın olamazsın. gözlerinin içine bakıp, avuçlarını sıkarken bile çok uzaklara gidebilir bir kadın.
aynı mantıkla aslında o kadar uzaktayken, isterse sana şah damarından bile yakın olma ihtimaline ise hiç aklın ermez.
bloglar arasında dolanırken rastladım ona. yazdıklarının tamamını okumadım (ki neden tüm detayları bir seferde tüketeyim?) ama kendime pek yakın hissettim dilimi.
orda bir kadın var uzakta.
o kadın biraz da benim...
tespit geçtim realite.
ama uyar.
uyar.


* Saçlarımın yasını tutmuyorum. Saçlarım acımıyor. Ama elim çok acıyor! Elimin de yasını tutmuyorum; çünkü her yoksunluk, bir varlığımı fark etmemi sağlıyor. Aslında bendeki SEN’i çıkarmıyorum. SEN’siz, bendeki beni fark ediyorum. Bugün mesela ilk kez bir elim daha olduğunu fark ediyorum: SAĞ! Ve bugün ilk kez benden SEN’i çıkarttığımda geriye kalanlarla yüzleşiyorum; SAĞ!

Fark ediyorum ki yıllarca aradığım ve belki de aramaya bir ömür boyu devam edeceğim bir şey gizli, sol elimle aramızda. Bir dokunuş mesafesi kadar yakınız oysa. Ona ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Düşünüyorum. Öylesine SEN’le doluyum ki başka hiçbir şey düşünemiyorum. Sanki SEN’den başka hiçbir düşünce kan-beyin bariyerimden geçmiyor.. Bu uykusuz geçen kaçıncı gece bilmiyorum. Gün, gecenin koynundan usulca uyanıyor. Güneş, penceremin önünde soyunuyor bana. Sağ elim yumruk oldu; sol zindan içinde. İçim acıyor. Bir ıhlamur kokusu alıyorum. İşte o anda ezan serenat yapmaya başlıyor güneşe. Sağ elim, sol elime dokunuyor. Sağ elim, sol elimi sarıyor. Anneannemin öğrettiği dualar dökülüyor dilimden.. “Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim ki RAB’bin seni bırakmadı ve sana darılmadı..”

İşte o anda sağ elim haykırdı, sol elime: YALNIZ DEĞİLSİN BEN VARIM!

*Şimdi içtenlikle söyleyin bana: Kar adeta aşk gibi değil mi? Yokken özlersiniz. Varken bir başka olursunuz. İlk başladığında içinizi derin bir tutku ve heyecan kaplar. Kendinizi karın yağışına bırakırsınız. Her şey, her yer kar olmuştur. Bunun bir önemi yoktur. Çünkü sizin dünyanızda en önemli olan şey kardır. Kar bildiği gibi yağar ama siz herşeyi kendiniz için düzenlediğini düşünürsünüz. Yaşantınız eskisi gibi değildir. Değişmiştir. Farklı bir ışık vardır gözlerinizde buna kar büyüsü denir. Girdiğiniz her ortamda sizin kar büyüsüne tutulduğunuzu hissederler. Konuşmanız, duruşunuz değişmiştir. Çünkü sizin bir kar aşkınız vardır.

*A-RA-LIK.. Diye mırıldanıyorum. Kendi kendime. Defalarca.. Defalarca.. Defalarca.. Zihnime damlayan düşüncelere dokunuyorum. Düşüncelerin içindeki düşleri topluyorum. Düşünceleri düşürmüyorum. İçime çekiyorum derin bir solukta tüm yaşanmamış zamanları. Ilık baharları, kavruk yazları, yağmurlu nevbaharları ve insanın içine kaçan kışları.. Tüm zamanları bir solukta içime çekiyorum. Yaşamı tümlüyorum, şimdiki zaman penceresinde. Bakıyorum hayata ılık ılık, tutkulu. Ezber bozan zamanların güneşiyim ben. Bir ıslık gibi çalınır dudaklarımda aşk.. Öpücük! Sesini duyar ruhlar. Usul usul aralık zamanlar başlar..

*
üryanlığı giyinmiş kadın kadar kapalı bir yatakta
küstümden bozma
iki yastık durur
yan yana

aşk ritminin ustaları
bedeni anımsayarak
direnir unutulmaya

gözler okşar
aklın hediyesi hayalden sevgiliyi
kuş bakışı sarılınır yokluğa

dudak mırıldanır
bir aralık gel
sarıl bana
usulca

uyanınca gözler
aşkla
gün ışığının gözleri kamaşır
kaçar,
sığınır perde ardına

aşk aşk atar yürek
"ey zaman, geçme dur biraz! "
dercesine
"tamam da, ne zamana kadar? "
diye sorar zaman.

o vakit
dil,
lal olur
aşk,
sırça bir hayal




http://uzagagidenkadin.blogspot.com/

24 Mart 2010 Çarşamba

a b c

açma sabahları
açmayla başlanan sabahlar vardır. fazla yağlıdır ama güzeldir meret. poaça gibi mideyi de ekşitmez. zeytinlisi, patateslisi, şokellalısı bile vardır. hoş şokellalıya çikolatalı diyorlar pastanede. şokella yerine de nutella yiyor şimdiki nesiller. olsun. şokelladır, adı başka da olsa, o tüpten emilen zamazingo benim için. konuyu fazla açmadan açmaya dönecek olursak, açma sabahlarını abartmamak lazım. yoksa göbeğin açma gibi kabardığını fark edersiniz benim gibi. yaz başlangıcında gereksiz strese neden olur. o yüzden yarından itibaren açmaya son ya da yarınki son şokellalıdan sonra. belki?

boynuz
geçenlerde gazetede haber yaptılar, yaşlı bir kadının alnında boynuz çıkmış. hani zürafa ya da gergedan boynuzu değil ama ufak bir oğlağın boynuzu ebatında bir çıkıntı. baccha hanıma ben bundan istiyorum dedim o boynuzu görünce hemen. benim karadeniz dalgaları misali bitmek bilmez isteklerime dalgakıran gibi dayanan baccham ufak bir araştırmayla bu boynuzun bir virüsten kaynaklandığını, istiyorsam virüsü bulmamı, onun için havanın hoş olduğunu söyledi. istiyorum işte, virüse de razıyım, ki biz ne virüsler gördük boynuz virüsünden mi korkacağım, boynuzumla dalga geçecekler ihtimal ama zamanında ne mecazi boynuzlar yedim gerçeğine mi üzüleceğim?bakkalda sigara isterken boynuzuma bakan amcaya aldırmaz bir tavırla "kulağı geçti" demek istiyorum.

ce vitamini
kış olduğu sanılır ama ce vitaminin tam mevsimidir şimdi. havalar böyle oynakken, sabah güneşli havaya kanıp giyilen elbiseyle öğleden sonraki yağmurda ıslanırken ya da sabah soğuk olacak diye giydiğin o fazladan hırkamsı birden açan güneşte sırtında bir eşşek ölüsüne dönüşmüşken burnun mu tıkalı deyiverirler adama. hapı yuttuğunun resmidir. gülümse! o ce vitamini hapı ya da pastili kutularında turuncu ya da sarı kullandıklarından mıdır, yoksa turunçgillerle özdeşleştirildiğinden midir nedir ce vitaminini hep sarı ya da turuncu olduğunu sanırım ki bir ihtimal öyle değildir.

Karıştırılacak Sayfalar


My Blueberry Nights
Yükleyen PARSYC. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

http://www.ilkekutlay.com/home.html

http://www.domeniconi.it/

http://gecesintisi.deviantart.com/

http://www.desenhalicinarli.com/

sesin üzerime döküldü bak
gözüme kaçtı yüzün, sen... hangi masaldan alıntısın?

LOST AND FOUND Trailer from STUDIO AKA on Vimeo.



http://www.krislewisart.com/paintings.html

http://www.anabagayan.com/Paintings/Gallery/willow.html

http://www.hotelfox.dk/

anxiety

karton bir evde yaşanan / yağmur tedirginliği gibiydi / içindeki karınca telaşı...

Ce que je suis from Doncvoilà on Vimeo.



http://nosurprisess.deviantart.com/

http://www.hintkumasi.com/public/profil.aspx?kreatif=e3c47c80-e6ae-49ae-b44f-b09c62d4cb0b

http://gereksiztara.blogspot.com/


Çağlar Kaya 'ya teşekkürlerle...

23 Mart 2010 Salı

David Guetta 10 Nisan

sabaha kadar oturup hercai menekşelerimin arasından seyrettiğim yol kenarındaki panolara sabah gözüm takıldı. david guetta 10 nisan mı yazıyor?
perdeden kafamı çıkardım :)
evet evet yazıyor gerçekten.
spongebobun heyecanlı bekleyiş dansını yaptırdı bana sabah sabah
love is gone... david? gotcha! ;)




David Guetta -The World Is Mine
Yükleyen BeSBeLLi. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!

haya-(l/t)


bir hayal kuruyorum
ruhların cinsiyetlerinin olmadığı
bir hayal
sen polsün
ben virjini
emiyorsun parmağımı sarılmış uyurken
ve hayasızlık sayılmıyor bu emiş
ananın memesini emer gibi saf ve çocuksu aksine

bir hayal kuruyorum kale gibi
an be an
ufak kum tanelerinden

bir hayal ki
orada adı yatak olan bir kerevet
ve her zamanki gibi erkenden uyuyorum ben
sen beni seyrediyorsun fark ettirmeden
başka şeylerle uğraşırken

bir hayale eriyorum
halsiz düşmüş günün, geceye
şekerin, kan kırmızı çaya er(i)diği gibi
yatağın ısıttığım yerini sana verecek kadar temiz
emilecek parmak ucum kadar bizim
erilecek murat kadar içten...

hayasızlık değil demiştin hani bir gece bana
hayalsizliktir
insanı çürüten

dostum bana kötü bir şey söyle buna ihtiyacım var...



eğer bir karar verdiysen, geriye dönüp bakma demişti iç sesim. verdim, dedim hafifçe. döndüm arkamı ve yürümeye başladım. gülümsedi bu kadar hafife almama. bahaneler çıkacak dedi hınzırca. ben söyleyeceğim bazen bunu sana ve bana bile direnmeyi bilmelisin, kendi iç sesine. yapabilecek misin? canın yanacak, gözleri gelecek aklına, sesini duymak isteyeceksin ılık ılık kulaklarından dolan kalbine. dayanacağım, dedim. yürümeye devam ettim. gölgemden bile yakın fısıldadı kulağıma; yürümeyeceksin bir an bu kadar emin, bir kitapçıda bir kapakta rastlayacaksın diyorum, bazen çalan bir şarkıdaki piyanonun tuşlarında. dayanamayıp açacaksın kitabın kapağını ve adına bakacaksın içindeki özlem ateşini söndürecekmiş gibi. kaybetmek isteyeceksin müziğin ritminde kendini kollarında kaybeder gibi. bir yazı göreceksin ve sadece o yazıda gördüğün o'nu göstermek isteyeceksin, birilerini benzeteceksin ona karşıdan gelen, o değilken dedi şeytanca. emin misin?
emin değilim dedim.
vazgeç o zaman diye yanıtladı acımasızca.
acı çekmeyeceğimden emin değilim belki dedim bir sigara yakıp korkusuzca. ama yapmam gerekenin bu olduğundan eminim. o aşkı yabancı bir dilde yaşarken, benim dilimden anlamazken, onun dilini öğrenmeye çalışmak ve ana dilimi unutmak daha çok yakar canımı. kalbimin her dilimi ayrı yana dağıldı...
bu kaçıncı sigara? dedi gözlerimin doluşundan sebep konuyu değiştirmeye çalışarak, bizi imha edecek kadar çok olmasına çalışıyorum diye yanıtladım.
bir an yapmamam gerekeni yapıp başımı geriye çevirdim. bakmamam gerekenlere baktım, görmemem gerekenleri gördüm, hatırlamamam gerekenleri hatırladım. attım elimdeki kibriti gördüklerime.
sessizce patladılar. herşey aydınlandı. bazı şeyler gecenin en sessiz yalınızlığında ve yalınayakken daha aydınlık oluyor diye fısıldadım ve en azından hala, üzerinden atlanacak bir gökkuşağım var.

belonging / yuta onoda

sen gittin ve herkes ölmeye başladı



önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı



31 mart 1998– 17 ocak 2010
ES


her yazar farklı sebeplerden yazar. bazıları kendini anla(t)mak için bazıları diğerlerini anla(t)mak için...
her okur da farklı sebeplerden okur. bazıları kendini bulmak için bazıları da kaybetmek için.
benim yazmalarım, güzel yemekleri seven, zamanında bolca yemek kitabı karıştırmış birinin (yemek programlarındaki terimiyle) içine sevgisini katarak pişirdiği yemeklerden farksız. emrah serbes'in şuurdaki kör bölgelere karanlıkta yumruk sallamak için yazdığını ise (artık) biliyorum.
o, yumrukları sallarken,hem kendimi (içimde ağlayan o noktayı bulması gibi) bulup hem de kahkahalarla ka ka kaybediyorum. falan fıstık...
erken kaybedenleri tekrar okurken özellikle anneanne hikayesinde çok fazla kurşun (kalem)izi bıraktığımı fark ettim.
ulan dedim (ki kızlar genelde ulan demezler) neden bu çocuğa eline sağlık demiyorum?
eline sağlık emrah serbes pek güzel yazıyorsun.
afiyet oldum.
seni tanıdığıma da memnun.

21 Mart 2010 Pazar

sır



Hayat bir oyundur diyorlar. Doğru mu?

Her insan hayatında biraz ölmüştür.
Ben de öldüm.
Hayat bir oyunmuş. Oynamak için bile benzeyememişim onlara. Atılmışım. Olsunmuş. Benzemezsen benzeme demişler, hatta benzer misin, benzemez mi?
Canım yanmış. Yansınmış.

Fazlasından ağlarmışım dalgalar kadar. Dalgalarımda sürüklenirmişim. Kumsala vurup kızarmışım. Parçalanırmışım. Sonunda üstünden yürünen bir çakıl taşı olmuşum. Alınıp denize atılmak gibi başka bir dilde bir aşk ummuşum.
Bir Sırrım varmış. Susmuşum.
Şekli gizli çakıl taşları da ölümler kadar sır saklarmış.
Ben de her çakıl taşı kadar ölmüşüm.
Dalgalar yavaş ve hızlı, sürüklemiş sırrımızı.
Ölmüşüz. Ki bu zaten kolaymış.

Kız en güzel, en hafif giysisini giymiş. Oğlan renkli bi dünya boyamış. Çok ayıp olmuş.



sana büyük bir sır söyleyeceğim
korkuyorum senden

korkuyorum yanın sıra gidenden
pencerelere doğru akşam üzeri

el kol oynatışından
söylenmeyen sözlerden

korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan
korkuyorum senden

sana büyük bir sır söyleyeceğim ,kapat kapıları

ölmek daha kolaydır sevmekten

bundandır işte benim yaşamaya katlanmam

sevgilim

19 Mart 2010 Cuma

eskiztürkfilmi


çok yorgun görünüyorsun diyor dostlarım. dilleri varmıyor ama biliyorum, siyah beyaz eski bir Türk filmi gibiyim. film şeritleri geçiyor aklımdan. haksız yere tokat yemiş de şartlar öyle gerektirdiğinden içime atar gibi, hülya koçyiğit'in oval ayak hareketleriyle koşar gibi yatağa atıyorum kendimi. hıçkırıklara boğuluyorum.
hıçkırır gibi, tıksırır gibi, sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesim. ürkek, şaşkın, kararsız.
tanrım ne kadar bedbahtım!
konuşamıyorum!
mutsuzluğun doruklarındayım.
belgin'im ben. dünyadan bi'haber. zeki'nin çıkmayan sesine yanıyorum. acaip bir telaffuzla konuşuyorum. burnum tıkanmış. kuvvetle muhtemel ondan.
eski türk filmleri geçiyor aklımdan...
elimde şampanya kadehi, kartal tibeti arkama almış, kameraya bakarak;
seni hiç sevmedim ki kullandım seni sadece diyorum. kahkahalarla. bir yandan gözlerimden yaşlar geliyor. yalan söylüyorum.
kollarıma yapışıyor kartal:
hayır necla! bu sen olamazsın. benim sevdiğim kadın bu olamaz! diye haykırıp tokatı patlatıyor. gözlerimden yaşlar gelerek dönüyorum tibete kadar...
film şeritleri geçiyor gözümün önünden...
fakir ama gururlu bir genç kızım. sokak çocukları çalıyor ben dans ediyorum.
Tanrı dans edenden razıdır.
ediz geçerken görüyor spor arabasıyla. aşık oluyoruz. sevmişim şuç mu?
basit kızlar da sevemezler mi?
özlemezler mi ediz?
beni sevdiğini anladığında çok geç olacak.
ben çoktan gitmiş olacağım tarihin sayfalarına.
taa hun'a kadar...
film şeritleri geçiyor aklımdan.
müjde ar'ın gençliğiyim. saf, temiz, iyi niyetli, zengin kız. şöfore aşık oluyorum. arapsaçına dönüyor işler. kanserim. çöz beni...
6 saniye ömrüm kalmış. telefon kapanana kadar. göz açıp kapa(ya)na kadar geçiyor şeritler. telefon kapanıyor.
dıt dıt dıt dııııııttttttt.
elimi alnıma koyup, gözlerimden yaşlar gelerek sesleniyorum;
naloo naloo nayııırrr nolamaaaazzz....
lütfen haddinizi biliniz!
biz ayrı dünyaların insanlarıyız.

yorgun görünüyorum. eski türk filmleri kadar.
gözümün önünden film şeritleri geçiyor...

18 Mart 2010 Perşembe

bahar






baharda, mavi kahverengine yakışır, kahve rengi yeşile yanaşır. yeşil kahvenin rengiyle tomurcuk olur, kırmızı yeşille biraz çiçek pembe... sarılar uçuşur üzerlerinde sakince martılar gibi, baharın vurduğu yerlerde güller açar ince... renkler de korkarlar mı anne karışırken, insanlar gibi içten içe?



17 Mart 2010 Çarşamba

adanalı kedi



bu kediyi bebekte gördüm. iki köpeğe kafa tutuyordu ben de köşeden tezahurat yapmıştım. inanılır gibi değil ama kendisi dog fighter mış zaten.
hastasıyım.

not: kediyi arka ayaklarıyla tekmeleyen adam farkında değil belki ama o kedi istese o adamı da fena tırmalar.

işte bu cuma, gönlüm ghettoda, çalsın ff, oynatsın fatimaa...

Fatima Spar from Ghetto Genuine Music Lounge on Vimeo.



ne denebilir ki? fatima sahnede devleşti, nedense madonnayla yarışır bu kız fikrine kapıldım. o kadar zevk alarak dans ediyor ki müziğin bir parçası oluyor, sahnedeki enstrümanlardan biri ya da... verdiğim her kuruş ananın ak sütü gibi helal olsun fatima. gel bi daha.

istanbul için öğrenme vakti


16 Mart 2010 Salı

babam salısı



bir zamanlar otlaklar yeşildi, hayat yeni olan her şey yüzünden daha ışıltılı. gökyüzünde pamuktan bulutlar dolanırdı.
o zamanlar benim için ay ayak basılmış basit bir uydu değil ay dedeydi ve gülünce gözlerimin aldığı şekle öykünüp ayçöreğim diye severdi beni babam. ay çöreklerinin bile ehemmiyeti vardı. kar yağdığında omzundan eğilip ellerimle çenesini severek; bunları yukardan allah baba mı atıyor? diye sorardım. o da gülümserdi. ay çöreği gibi olurdu gülünce onun da gözleri. ve ben hep babama benzedim.
hayatımdaki en eski arkadaşımdı babam. sobamız vardı onu hatırladığım en eski zamanlar. cumartesileri annem kahvaltı hazırlarken biz de soba üzerindeki telde ekmek kızartırdık. sobanın hemen yanına oturur beni de dizine oturtur "istanbul, istanbul taşın toprağın altın" diye şarkı söylerdi. beni oyalamak için değil, eğlencesine. belki çocukken her cumartesi o şarkıyı dinlediğimden, cumartesiler bana hep istanbul gibi geldi. daha sonra bazen daha geniş ve ferah evlerde yaşadık, bazen de daha sıkıntılı ve dar. ama başbaşayken hep eğlendik. birlikte çengel bulmaca çözdük halıya uzanıp mesela. bulmaca çözmenin baba bir iş gibi gelmesi ondandı. bana kahvaltı hazırlaması gerektiğinde bir ekmeğin tamamını dilimler yarısına zeytin ezmesi diğer yarısına tereyağ ve bal sürerdi.belki ondandı hem zeytin ezmesini hem de yağlı ballı ekmeği sevişim.
ufaktım, beni ya omuzlarında ya da kucağında taşırdı. büyüdüğümde ne zaman tökezlesem beni yine omuzlarına aldı. baba, kayalardan örülmüş, çin seddinden bile uzun bir sözcük gibi geldi bana, sırtımı her daim yaslayabileceğim. tüm dünya karşımda olsa bile babamın benim yanımda olacağını hep bildim. hayatındaki en önemli varlığın ben olduğumu bilirdim. belki onun bu bitmez sevgisindendi ondan daha değerli kimsenin olmaması hayatımda ve hayatımdaki erkeklerde hep o güveni aramam. ama bulamamam öylesi karşılıksız sevgiyi.

salılar sarsaktı, bir o kadar da umursamaz.
kar yağmadı ama soğuğu sinmişti İstanbulun kokusuna.
babam yanımdaydı ve bira eşliğinde kar soğuğuna inat havadan sudan konuşmak vardı. koca kız olmuştum ben, o oldukça yaşlanmış ve kilo almıştı. on yıllar öncesi kadar babaydı yine de ve hep baba kalacaktı.
mutluydum, salıların şapşallığına rağmen.
ondandı.

15 Mart 2010 Pazartesi

sebastian

Guns 'n' Roses - Cats in the cradle and a silver spoon .mp3
Found at bee mp3 search engine


Martlar kandırıkçıydı, Nisanlar havai...
Pazartesiler yalnızdı, salılar kapı tıkırtısına sallanacak kadar oynak.
Ertesinde karla karışık yağmurların geleceği meteoroloji tarafından açıklanan güneşli bir Mart sabahı, tadın damakta kalmasıydı. Güneşte yıkanan yaprakların ve çiçeklerin yarın daha hüzünlü olacağını bilmek. Ertesi gün nasılsa giyemeyeceğini bilerek yeşil ekose elbiseyi ve içine beyaz kısa kollu gömleği giymek ve hemşireye benzediğini fark etmekti.
Evet yeşil ekose elbise biraz inceydi ama bir gün vardı o da bugündü nasılsa.
Yarına? Kerimdi... Kerimeydi...

Akşam daha ucuz olduğu için dia'dan alışverişimi yapıp, kapıda onunla karşılaşmak için migrosa girdim. U şeklindeki migrosun içinde hızlı adımlarla yürüyüp çıkışa yöneldim. İçerideydi, çıkmak üzereydi. Gözlerini, bıyıklarını ve onu görmeleri seviyordum. Göz göze geldik, sempatik gülümsememle elimi uzattım, gözlerin kıstı, bıyıkları keyifle oynadılar. O da sempatik gülümsememi seviyordu belli ki.
Nasılsın hemşire? dedi.
Tokalaşmak dokunma ihtiyacıdır diye yanıtladım.
Kafasını diğer yana çevirdi ama gülümsediğini görüyordum. Belli etmese de bıyıkları keyifli zamanlarda olduğu gibi oynuyordu.
Sarılmak nedir o zaman? dedi ağzını yalayarak çıkan sözcüklerle.
Dokunmanın yetersiz kaldığı zamanlardır dedim kendimden emin bir tavırla.
Öyle olsun der gibi baktı yüzüme. Migrosun ilerisindeki parka doğru yürüyüp, gelip gelmediğimi kontrol etmek için durup bana baktı. Az ama öz konuşurdu zaten. Hareketlerle anlatabileceklerini sözcüklere dökmenin gereksiz enerji kaybı olduğuna dair bir tavrı vardı. Belki ağzından çıkan sözcükler az olduğu için değerli geliyordu bana. Parka doğru konuşmadan yürüdük, elimde hışırdayan torbamla. Binalar arasına sıkıştırılmış varla yok arasında parkın nasılsa boş kalmış bankına oturdum. O benim oturmamı beklerken parkı kolaçan edip yerleştiğimden emin olduktan sonra yüzünü göreceğim bir mesafede banka yerleşti.
Aramayacak mısın? dedi çat diye. Lafı uzatmayı sevmezdi.
Aramaya değil bulmaya karar verdim dedim. Lafın nerede uzatılmaması gerektiğini bilirdim.
Söyleyecek bir şey yoktu. Bir süre o parkın kadrolu sevgililerine, yaşlı teyzelerine ve gökyüzünde yavaşça çoğalan bulutlara baktık. Bazen rüzgar esti. Gözlerimizi kıstık.
Serin oldu dedi.
Geç de oldu dedim.
Geç kalanlar serindir zaten diye yanıtladı.
Okunacak kitaplarım, yazılacak yazılarım var dedim.
Demleyecek çayın da varsa... diye mırıldandı.
Gülümsedim.
Bir zamanlar vişne reçelim vardı ekmeğe katık edecek şimdiyse ayva marmeladı dedim. Anlamamış bakışına cevap verebilirdim tabi ama iki vişne tanesinin bir saptan çıkışını göstermek için yazı beklemeye karar verdim.
Ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek.. diye mırıldanarak torbalarımı toplayıp kalktım. Onu görmek güzeldi. Ama söylemedim. Sadece gözlerine baktım. Gözlerinde gördüm ki beni görmek de güzeldi. Elimi uzattım, başını okşadım. Mırıldadı.
Eğer böyle yaparsan ayrılamayız dedi. Kuyruğu keyifle oynamaya başlamıştı.
Bir gün. Kendime ait bir evim olduğunda o ev ikimizin evi olacak dedim.
Ossırada yanımızdan geçen kadına küçük kızı beni gösterip
Aaa anne bak! kız kediyle konuşuyor diye bağırdı.
Annesi, kedi ya da ben onları ısıracakmışız gibi çocuğunu elinden çekip çekiştirerek daha hızlı yürümeye devam etti.
Gözgöze geldik. Gülümsedik. Evimiz olmasa bile bu parkta biraz oturmak keyifiydi.
Boynunu okşayıp veda ettim.
Martlar belirsizdi.
Pazartesiler yarım.
Nisanlar yamalıydı.
Salılar kendinden hiç beklenmeyecek kadar kararlı.
Ve resmi kaynaklara göre yarın karla karışık yağmur yağacaktı.

Hemşire kılığında bir ben evime yollanmışken dönüp parktaki sebastian'a baktım. Onun gözleriyse kanadı kırık bir güvercine takılmıştı...

14 Mart 2010 Pazar

deneme bir ki...



kimse mükemmel olduğunu söyleyemez elbette ama ilk tablet denememin bloga girmeye kesinlikle hakkı var
güliz hocalık etti ben de ilk denememi çizdim sonunda

Hilmi Yavuz'un Kuyu'su, Hayko Cepkin'in Sandık'ı, Buda'nın Peşt'i

Hilmi Yavuz bir öykü anlatmaya karar verir. Bu öyküyü kafasında öyle detaylandırır ki nerede yazması gerektiği bile bellidir. Hilmi Yavuz, sevgili okur, bu anlatıyı bir kuyu'da yazmak istemektedir. İşte bu nedenle içine Erica ve Baby tipi daktilolarının sığacağı bir kuyu arayışına girişir... Hilmi Yavuz'un Kuyu'sunu okumaya başladığımda Aziz Nesinvari bir tat aldım. Gözlerim heyecandan yerinde duramadığından susamış da bir bardak su bulmuşcasına içiverdiler Kuyu'yu. Hele Murat Menteş'in Dublörünün Dilemmasını yeni bitirmişken gösterişsiz,derin, yalın ve kurgularıyla hava atmayan böyle bir kitap ilaç gibi geldi.

Hayatınızdan sizi mutlu etmeyen alışkanlıklarınızı çıkardığınızda ve mutlu eden yenilerini istediğinizde hayat size bunları veriyor. İnanın. Bir süredir her sabah yürüdüğüm yolları yürümekten, hep aynı binaları ve trafik gürültüsünü çekmekten, her sabah oturduğum bilgisayarımın başına oturmaktan ve her akşam aynı yatağa dönmekten sıkıldığımı hissediyorum. Her sabah aynaya baktığımda gördüğüm, ben de benden sıkılabiliyor bazen. İşte böyle zamanlarda fonu değiştirmek gerekiyor. O zaman aynadaki aksin, yürüdüğün yollar, baktığın binalar, aldığın nefes farklı oluyor. Bacccha'ya bu planımdan bahsettiğimde bana tatil anketörü edasıyla sorular sormaya başladı; Sessiz ve sakin bir yerde ufak yürüyüşler mi istiyorsun? Yoksa sırt çantanı alıp şehir şehir dolaşmak mı istiyorsun? Göl kenarında sessiz bir orman mı olsun? Yoksa dalgaların vurduğu bir sahil mi? Baccha'nın hayatımda olmasını seviyorum. Onunla İkitellinin altına C4 yerleştirme planlarımızı, her konuşmamızda aslında bilmediğim ama bir öncekinden daha eğlenceli gelen yeni bir gücünü öğrenmeyi de. Ben de rehberim Baccha eşliğinde içinde olmak istediğim fonu seçtim. Uzun süredir ertelenen istekler klasörünü açtığımda Prag dosyası çarptı gözüme. Atina ve Prag arasında kısa bir kararsızlıktan sonra ruhumu bir balon gibi saldım ve Macaristan dedi. Bu sabah da Macaristan'da doktorasını yapmış Caner geldi çantasında Budapeşte haritalarıyla. Tatilin en güzel yanı tatil planları yapmaktır. Hele tatil planlarını senle gelmeyecek olsa bile seninle aynı heyecanla paylaşan dostların varsa tadından yenmez. Biz de Caner'le çizgi film arasında tatil planları yapıp güldük eğlendik. Orda bir Macaristan var, çok da uzakta değil.
Ey tatil! sen ne tatlı hayalsin.

Lüks insanı mutlu eden detaylardır demişti bir zamanlar tanıştığım bir Adonis. Benim lükslerimden biri de kitaplarım. Ufuk Hoca sağolsun, bugün Hayko Cepkin konserine giderken benim kitaplarımı da unutmamış ve birbirinden güzel altı kitap getirmiş bana. Bayram sabahını bekleyemeyen arife çocukları kadar mutlu ve heyecan doluyum.



Hayko Cepkin konserine giderken sahne şovunu merak ediyordum. Daha önce de bir çok rock konseri izledim ama böylesi bir performansa şahit olmadığımı söylemeliyim. Tam saatinde sahne aldı, salondaki kalabalıkla sahneye çıkacağı dakikaları saydık. Sahnede hiç ara vermeksizin bir buçuk saat kaldı. Şarkı aralarında gereksiz sohbetler, laf atmalar yoktu. Hayko Cepkin dinlemeye gittik ve doyasıya Hayko Cepkin dinledik. Ufuk Hocanın yeğeni Çağlar'ın heyecanı hepimizi zaten sarmıştı ve onun gibi en ön sıraya gitmeye cesaretimiz olmasa da bu muhteşem konseri arkalardan, dalgalı bir denizin kıyısında o ambiansa dahil olurmuşcasına keyifle izledik. Bebek'te fotoğraf çekme ve Tamirane'de jazz konseri programını anında sildiren Hayko Cepkin piyangosu bütün haftanın yorgunluğunu aldı. Yeni haftaya pimi henüz çekilmiş bir bomba kadar hazırım.

13 Mart 2010 Cumartesi

parkur şiirleri

özlemle beklenen güneş, binbir nazla parmak ucunu gösterdiğinde, ortaklar caddesinde bir urmuş gibi duran, ufacık parkıma koştum. parkta her öğleden sonrası gibi; yaşlı iki teyze alışveriş sonrası dedikodu yapıyor, iki sevgili bir köşede oynaşıyordu. güneşi gören bir banka oturdum, bir sigara yaktım, kitabımı açtım. bu kalan son beş sayfayı keyfim yerinde okumak istiyordum.
ilk sayfayı yeni geçmiştim ki iki damla düştü sayfalara. kafamı kaldırıp teyzelere baktım. farkında değillerdi. sevgililer dünyayı umursamıyor gibiydi. yukarı kaldırdım başımı... birşey görünmüyordu.
yağma, dedim içimden, lütfen öğle tatiline 3de ancak çıkabildim en azından 15 dakika yağma! muzırca saklanmıştı yağmur damlaları. tekrar kitaba döndüğümde, oyuncu çocuklar gibi, gelmeye başlayan pıtır pıtır ayak sesleri hızlandı.
önce teyzeleri, sonra sevgilileri kaçırdı.
inat ettim. şartlar ne olursa olsun, bu kitabı bitireceğim!

ortaklar caddesinin parkurunda, şakır şakır yağan yağmur altında, saçlarından sular akan bir kız oturuyordu.
yaprakları çevirdikçe yırtılan kitabın yaprakları, sırılsıklam...
inatçı kızdı vesselam.

istanboldan taşra'ya bakmak

ekşiden seçki
son derece turistik bir film bence. hani türkiye'nin tanıtımında filan kullanılmak üzere çekilen cinsten. ama anadolu'yu anlatıyor mu filmdeki stilize görüntüler bütünü? bence kesinlikle hayır.
başlarken "metropol" diye sadece istanbul veriliyor. ama ne istanbul: pera festivali dönemindeki istiklal caddesi. yersen yani.
sonra anadolu'ya geçiyoruz. orası da sanki homojen bir coğrafya.
oradan oraya atlıyoruz ama nerede olduğunuzu, dinlediğiniz şarkının nece söylendiğini öğrenmek istiyorsanız filmin sonuna kadar bekliyorsunuz çünkü öyle açıklama yazıları filan yok.
görüntüler güzel evet ama anadolu böyle bir yer mi? sevimli teyzeler, komik amcalar, zenneler filan... bu kadar naif mi anadolu yoksa kendi ülkemize oryantalist bir gözle mi bakıyoruz. seyirci de bayılıyor böyle işlere yalan değil
filmin en sorunlu kısmını sona sakladım: müzik. ki müzik de aslında çıkış noktasıymış filmin.
yerel malzemeyi her türlü popüler, ticari işe malzeme olarak kullanabilirsiniz tabii. beğeniriz, beğenmeyiz ama söyleyecek bir şey yok.
fakat eğer "anadolu kültürünün korunması" vs. gibi bir derdiniz varmış gibi yapıyorsanız ki yapıyorsunuz o zaman hiç olmazsa o belgeselde müziğe bulaşmasaydınız da gerçekten bir "belgesel" değeri olsaydı en azından müzik açısından.
meander

Anadolunun Kayıp Şarkıları - Lost Songs of Anatolia
Yükleyen AnadolununKayipSarkilari. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

Nezih Ünen'in seneler süren çalışmaları sonucunda! ortaya çıkardığı yapıtı, Anadolu'nun Kayıp Şarkıları hakkında bu kadar güzel eleştiri arasından ekşi sözlükten neden bu yorumu aldığımı düşünenleriniz olacaktır. Bu aslında oldukça eski bir hikaye. Doğumumdan beri yaşadığım.
İlk kez banka eğitiminde Ankara'dan geldiğimizi söyleyince eğitmenin "haa taşradansınız yani" cevabı üzerine, Anadolu'nun İstanbullularca taşra diye adlandırıldığını öğrenmiştim. Aslında taşra, bir ülkede başkent dışında kalan yerler için kullanılan bir terim olmasına rağmen Osmanlıdan kalma bir alışkanlık ve Konstantinapolis şımarıklığıyla, bazı İstanbullular Ankara'yı da içine katıp Anadolu'ya taşra demeyi uygun görüyorlardı. Bu filmin dili de bence temelde bu bakış açısına dayanıyor.
Taşralı bir kızım ben. Ankara'da doğup büyüdüm. Ki Ankara Anadolu'nun savaşmaktan ve çiğnenmekten yorgun düşmüş topraklarına ne uygun bir başkentti. Kurak, inatçı, zor... İnsanların elleri toprakları kadar çatlamış.
Türk tanışma adetleri (kanun/kuralları) kitabının ilk dört baba sorusundan biri olan
"Nerelisin?" e annem Kızılcahamamlı babam da Kayserili diye cevap verdiğimde gelen sorulardan biri siyah saçlarıma bakarak "Kürt müsün?" ya da "Hiç öyle görünmüyorsun. Sende Akdenizli havası var." olurdu.
Anadolu'da doğmak ve büyümek, bu toprakların insanı olmak basit birşeymiş ve sanki ben ondan biraz daha fazlasıymışım gibi söylenmiş bu sözlere kızgınlıkla bakardım.
Bu filmle ilgili yapılan yorumlarda da bunu sezdim. Sanki Anadolu'nun böyle bir müziği barındırması şaşırılası bir halmiş tavrı var. Ben de bu tavra oldukça şaşıyorum açıkçası. Nezih Ünen, müzikleri günümüz popüler sinema tekniğine uygun olarak efektlerle doldurmak gerekliliğini duymuş olmalı ki çıplak ses bulmak neredeyse imkansız. Entrüman ve insan sesinin çıplak dansını görmek olmalıydı sanki amaç. Sinema ilginç bir silah. İstediğiniz yerde görüntülerle, efektlerle, sözlerle topluca insanları güldürebilir, ağlatabilir, ya da neşelendirip, hüzünlendirebilirsiniz. Bu oryantalist duygu hipnozundan sıyrılıp Anadolu'ya insanıyla, türküleriyle, acılarıyla hakettiği ilgi gösterildiğinde bu film de amacına ulaşacaktır. Ama sonuç itibarı ile benim için dağ fare doğurdu.
Diyarbakır'ın sağ kulağından Burak Dikoğlu'nun kulağı çınlasın, bu yazdıklarımı okusa "Anadolu Candır" derdi.
Anadolu candır gerçekten. Arı bir ruhu vardır. O yüzden bana göre TRT2deki taşralı yönetmenlerin çektikleri Anadolu Belgeselleri bu kadar tanınmayacak olsalar da bu Osmanlı bakış açısına yeğdir.

12 Mart 2010 Cuma

ahh.ta.pot.


cumalardan bir cuma, cemreleri düşen baharın gelişine tomurcuklar kala, üstümde belden robalı siyah paltom, bebek sahilindeyim. bebekler gibi yürüyorum. bebeğin cuma akşamları için bile haddinden fazla karbon boyalı fonunda, aniden gelen açlık hissi gibi yanımda beliriveren süpermen soruyor;
bir burgere ne dersin bebek?
tanımadığım adamlarla burger yeme derdi annem, seni incitirler. ama bu adam süper ayrıca ne zaman annemin sözünü dinledim ki?
ağzımın kenarında nerden kaldığını bilmediğim rahatsız edici parçayı elimin kenarıyla silip, tamam diyorum. ortalama büyüklükte bir fare ailesi için bile dar klostrofobik bir dükkanda devasa köfteleriyle devasa burgerler ve asaların ucuna takılı anasonlu sosisler geliyor. süpermen halinden memnun. kriptonit bulamadığı zamanlarda birkaç dana da aynı işi görüyor demek ki.
ağzımın kenarında hala dışarı çıkmaya çalışan birşeyler var siliyorum, ama geçmiyor. düşününce öğürme hissi veriyor düşünmemeye çalışıyorum. öğünmek gibi olmasın ağzım sıkıdır ve sımsıkı yumuyorum.

Octopus from steve morel aka ekion on Vimeo.

nasıl sevdin mi,nefis bir tat değil mi? diye soruyor sivit-şortlu süpermen. burgerden beklediğim bu değil aslında ama pot kırmamak için ne anlama geldiği belirsiz bir ahh çekiyorum.
değişik gerçekten. diye bir yanıt veriyorum ağzımın kenarından dışarıya çıkmaya uğraşan her neyse'yi içerde tutmaya çalışarak.
allahtan mekan karanlıkvari bir loşlukta ve kapı ağzında, küçücük masaya düşen süpermenle benim dikkatimizi durmaksızın açılan kapı dağıtıyor. boğazımdan dilimin ucuna uzanan bu pot böylece far kedilmiyor. yarım adet dananın 9 ve 10 numaralı en lezzetli ikinci kısımlarından oluşan burgeri bitiremiyorum. gözümün önüne burger ekmeği arasında mööleyen bir dana geliyor.
yürüyüş yapalım diyorum zencefilli ve anasonlu sosis kokusunu dağıtmak için. diğer günleriyle kıyaslayacak kadar tanımasam da süpermen oldukça neşeli bir gününde ya da ben fazla sessiz olduğumdan kendini konuşmak zorunda hissediyor. saksafon çalan adamlardan, yayaların şaşalanmasından, tekne fiyatlarınına ve masraflarına katlanamayan spor spikeri reflekslerinin tokat sucuklarına etkisinden bahsediyor.
bense dalgalarda bıraktığı izi dinleyip, sesi koklayarak, boğazı yararak geçen kocaman şilebe bakıyorum.
dudaklarımın kenarından, rahatsız edici incecik ahtapot kolları uzanıyor...
bitiremediğim yarım inek hamburgerle, bir sandal cesedinin kafatasına yuva kurmuş fare ailesini besliyorum. su kabını kullanmak isteyen iki koca köpeğe kabını cengaverler gibi korkusuzca savunan kediye tezahurat yapıyorum ve karanlık kilise bahçelerinde göremeden ezdiğim zavallı salyangozun çıtırtısıyla sıçrıyorum. fare ailesinin selamını alıyor, aldığım selamı kediye veriyor, yediğim danaya ve salyangoza ahımı sunuyorum üzüntüyle...
rehavet çöküyor. biz yaz geldiğini sanan kolsuz bluzlü, fırfırlı etekli ve rugan ayakkabılı kızı görene kadar yürümeye devam ediyoruz.
bebek ruhu, iyi niyetime istinaden bir istinat duvarına yasladığı evrenin en muhteşem manolya ağacının çiçek pembesinden sürüyor yanaklarıma. pazar gündüz yine gel küçük kız diyor. bu sadece bir kaç günlük bir pembe. sakın kaçırma!



benimse ağzımın içinde kaçmak bilmeyen bir ahtapot. kıvranıyor. dudaklarım kilitli. açmamaya çalışıyorum. belki de ahtapot yüzünden gece boyu durmaksızın yeni bir sigara yakıyorum. sonunda sigaraların dumanları, manolyaların pembeleri, salyangozların kabukları, farelerin kuyrukları ve dahi kilise bahçeleri bile uyuyor. uçmaya üşenen süpermenle başbaşa kalıyoruz.
ben de kaçayım artık diyor süpermen.
süpermenin kaçtığını sanmazdım diye düşünüyorum. uçmasını ve beni de kollarına alıp uçurmasını beklememe rağmen ağzımı açıp birşey söylemiyorum. eğer açarsam o koca ahtapotun kafası fırlayacak ağzımdan.
susuyorum. ben sustukça gözlerim benden daha beter susuyorlar.
boğazı yırtan panama bandıralı bir şilep sesi dalgalarda.
boğazımdan dudaklarıma ahtapotlar taşıyor...
üstümde belden robalı siyah paltom ve cumalardan bir cumanın son tomurcukları.
bebekler gibi uykuya yürüyorum.
oyunları zorla bitmiş çocuklar şarkılar söyleyerek dağılıyorlar;

Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine...

Coldplay - We Never Change .mp3
Found at bee mp3 search engine


10 Mart 2010 Çarşamba

seçmece

Yanyana iki salıncakta, elele tutuşan aşıklar gördük.

-İzle, dedi.Birinden biri mutlaka hızlanacak.

Dediği oldu ve bir süre sonra birtanesi daha hızlı sallanmaya başladı.

-Şu an eminim kolları çok acıyor.

-Ee? dedim.

-İzlemeye devam et.Birazdan elleri ayrılacak.

Yine dediği oldu ve elleri ayrıldı.

-Aşk bunun gibi bir şey işte, dedi.

Yutkundum sonra.

8 Mart 2010 Pazartesi

göbek



her akşam olduğu gibi şunu da yapayım bunu da yapayım diyerek yatmam gereken saatten geç yatıp, sabah da beş dakika daha diyerek uyanmam gereken saatten geç kalktım. sporu bırakmamakta kararlıyım. o göbek eriyecek!
sabah metrobüs o kadar kalabalıktı ki kadının birinin saçı ağzımdaydı, adamın birinin göbeği dirseğimde. biri bacaklarını bacaklarımın arasından uzatmıştı. bir sürü boyun kokusu, yanak yumuşaklığı, göbek ve kalçadan oluşan bir bataklığın içine çekiliyor gibiydim. göbek fikri zaten pek karıncayuvasıvari hisler uyandırıyordu.
ve inatla kitap okuyodum ayakta. anlayacağınız toplu bir sex partisinin göbeğinde kalmış kırmızı başlıklı kız gibiydim.
hadi bakalım hayırlısı.

4 Mart 2010 Perşembe

beklerken



son zamanlarda bana beck le mek diyorlardı dostum. siz de öyle diyebilirsiniz. oysa daha ne beklediğimi bile bilmiyordum. içine hapsolduğum dumanvari duvarların dağılmasını bekliyor olabilirdim. o duvarların içinden kendimi, ciğerlerden uzun süren öksürüklerle atılmış balgamlar gibi dışarı attığımda, kafamı yukarı kaldırıp kesif gri ıslaklıktaki bulutlara bakıyor ve maviliklerinin arasından sızacak bir gün ışığına hasret çekiyor da olabilirdim.
tespih çeker gibi sırayla anları, imameye geldiğimde de "ya sabır" çekip ve bir tur daha bekliyor bile olabilirdim. aslında; ne olursa olsun ertelemeden, üşenmeden ve vazgeçmeden yönü ve saati belirsiz bir otobüs durağında, gelip gelmeyeceği bile belli olmayan bir otobüsü bekliyor gibi bekliyordum. beklemek zor iştir. dışardan bakıldığında tek bir eylem gibi görünse de zihnin en çalıştığı zamanlardır beklediğiniz zamanlar. tuvalette aklınıza gelen fikirlerin siz neyi beklerken geldiğini bir düşünün!

beklemekten yorgun düşmüş gözkapaklarıma sızan uykuya yenik düşmeye direnerek uyandığımda uzun süre bekleme bulanıklığında gören gözlerime göre kafası sıklamen çiçeği şeklinde gövdesi pan bir kadın duruyordu yanımda.

gözlerim ne derece güvenilirdi ki?
ya gördüklerim?
peki ya!
görmediklerim?

sıklamen pembesi dudaklarıyla kadın;

emri vakiye giden otobüsler buradan mı geçiyor? diye sordu.

gel gelelim kafası sıklamen pembesi bir kadın ne kadar güvenilirdi? hele keçi ayaklarıyla bir yandan dans ediyorsa. bu kadar uzun beklemekten öğrendiğim bir şey varsa ; güvenmediğim babam değil, gözlerim olsa onları bile umursamayacağımdı.

vaki neyse de emrinin şu otoriter halleri beni deli ediyor kuzum diye yanıtladım aslında keçi olduğunu göz ardı ederek. ardı ardına, umarsızca ve belki beklemekten kaynaklı biraz hayasızca devam ettim. ben kaç zamandır bekliyordum o da birazcık beklesindi canım!

onlar üç kardeş aslında biliyorsunuz değil mi? emri, baki ve veli. vaki derler ama asıl adı bakidir. vak vak baki derdik. vak vak deyince tiki tuttuğu ve bayıldığı için çocukken çok uğraşırdık. çocuklar pek zalim olurlar. büyüdükçe bunun farkına bakıp sonradan bakiye çevirdik.

beklediği cevabı alamadığından olsa gerek kadının sıklamen rengi saçları tekme yenmiş hayalar gibi buruşup kuruyarak döküldüler, keçi ayaklarıysa gövdesiyle koşarak uzaklaştı. kaçarken elindeki yan flütü demirlere sürterek tııııııırrrrrrtttttt diye bir ses çıkarıyordu. bense bu duruma ve kadının buruşuk kocaman ağız şeklindeki boşluğundan çıkmaya çalışan homurtuya aldırmadan devam ettim.

aslında başlarda ben de muhtemelen sizin de sandığınız gibi veli'yi ali'nin kardeşi sanıyordum. yani kırkdokuz teyzeyle elli amcanın oğulları. bebeklikten beri arkadaşımdır onlar. bebekte büyüdüm zaten. bizim oraların en sevdiğim özelliği agop amcanın da, hadise teyzenin de, nuri amcanın da birbirleriyle kaynaşmış olmasıdır. şimdi bebek deyince üstün.körü ünlülerin hatırlanması ne garip. oysa o semtin kendine has bir mozaiği vardı ki bambaşkaydı. mozaik demişken mozaik pastayı pek severim, ziyadesiyle de aşureyi. kırkdokuz teyzenin aşuresi pek meşhurdu. elli amcanın da okeye dönmesi. okey?

yaprakları çürüdüğünden kurtçuklara ve cevap veremeyen kemirdikleri sıklamen kadına aldırmadan susup beklemeye devam ettim.

karşı kaldırımda kaldırım taşının yanındaki mazgala dikkatle bakan kediye takıldı gözüm. kedileri severdim. çizmeli kedi de, alice'in sırıtkan kedisi de, en yerel ünlü kedi coka'nın püskülü de ilginç karakterlerdi mesela. kedilere pisipisi köpeklere kuçu kuçu diye seslenmek daha ilginçti aslında. yine de bu durumu fazla sorgulamadan nizami bir şekilde pisipisi diye seslendim kediye, beklememi oturduğum bankın yanına bırakarak. kedi gözlerini kaldırıp şaşkın gözlerle bana baktı. kadının tersine hiç ses çıkarmadı. sadece ilgiden rahatsız olmuş gözleri uzun uzun sordu:

"ne bakıyosun?"

o benden daha sabırsız olmalıydı ki beklemekten çabucak sıkılıp mazgal kapağından aşağı bakmaya devam etti. neye bakıyor olabileceğini düşündüm.
büyük ihtimalle bir fareydi baktığı. (olasılık: %85)
daha ufak olasılıklarla; kertenkele (değer: %9),
eşek arısı (değerse yakar: %6)
ya da de şıkkı; diğer (değmez: %2.5) olabilirdi.
etrafımda eşşek arıları misali uçuşan sayıları elimin tersiyle kovalayıp sıklamen rengi kadının kafasını yiyen kurtcukları kelebek sandığım, ama eşşek arısı olabileceklerini hiç düşünmediğim aklıma geldi. bunlar olurken beklemek hissi sıkıntıyla ayaklarını yere vuruyordu bıraktığım yerde. beklemek bekletilmezdi. o gittikçe artan bir sinirle ayaklarını yere vurmaya devam etti. bense beklemenin sakin ve uykulu olanını sevdiğimi düşündüm. ona dönmeye çalıştım ama sinirle ayaklarını vurdukça üzerinde bulunduğum kaldırımı dalgalandırıyor, karşı kaldırımla aramdaki mesafe uzuyor ve mazgaldan kaynayan kırmızı sıvıdan oluşmuş nehirde vapur seferleri düzenleniyordu. kafamda UB40'den red red wine çalmaya başladığında beklemeyi bırakıp tekrar kediye seslendim.
pisipisipisi... sisi... pis. i.
kedi biraz önceki kadar şaşkın ama daha sinirlisi bakışlarıyla hiç ses çıkarmadan sordu:

"ne bakıyosun? hey bana seslenen! neye bakıyosun? NEYE? söylesene! "

beklemeye sabrı olmayan kedi hemen başını önüne eğip mazgalda baktığı şey neyse ona bakmaya devam etti. belki de orada baktığı şeye de durmaksızın aynen öyle diyordu gözleri;

"ne bakıyosun?"

delikten fışkıran kırmızı sey'in farkında bile değildi. ub40'nin kırk haramileri kılı yararak sürüklendikleri kızıl saçlar misali nehrin içinde şarkı söylenip sallanarak gözden kayboldular.

sıklamen kadın çürümüş, arılar sayılar ve yüzdelerle uçup gitmişlerdi.
otobüssüz bir otobüs durağı ve ben, bekleyişim ve arkadaşı sıkıntı, kızıl saçlar ve arasında dolanan vapurların vakur düdükleri kalmıştı ortada. bir süre sonra herkes birbirini kanıksadı ve sessizce haleti ruhiyemizin gün batışını seyretmeye daldık.

Mango Kızın Evrilmesi

bu ahvah içinde çok şeraitli bir refleksle, yeni moda otobüs duraklarına konan, yeni moda markalardan birinin reklamına takıldı gözüm. reklam panosundaki koca dudaklı kadın üzerindeki ufacık haki şort elbisesi ve ona uyan hakileştirilmiş gözleriyle, belindeki kahverengi kemeri ve ona uydurulmuş uyduruk saçlarıyla uzanırmışcasına son zamanlarda pek moda olan bir pozla donmuştu. göz göze geldiğimizde saçlarını demode bir tavırla geriye doğru atıp;

evrimin bittiğini mi sanıyorsun? dedi.

Evrimini tamamladığını düşündüğünden neredeyse emin olduğum o ünlü artizden böylesi bir soru duymak beni şaşırtmıştı.
hayır. ruhun cinsiyeti olmadığını sanıyorum daha çok diye yanıtladım kadının lümpen saçlarından gelen kışırtılara bakarken çekirge sürüsü olmalı diye düşünüyordum. insan giyinip kuşanmak için para kazanan tek hayvandır! diye fısıldarken cesare kulağıma, kadın;

beklemek bana göre değil bekletmek belki dedi omuzlarını kaldırıp bekleyişimi küçümseyici bir tavırla. o sırada gözlerinden kanatlarını hışırdatarak dökülen çekirge sürüsü sortumsu elbisesine yayılmış ve kemirmeye başlamıştı.

gene de bir iştir beklemek, bekleyecek birşeyi olmamaktır korkunç olan demiş cesare paves. ki ben kendisine kendimi pek yakın hissetmişimdir. çoğu kişinin galatasarayın ünlü santraforu hakan şükürle bildiği torinoda, yaşadığı aşk acılarının ağırlığına dayanamayarak, bütün notlarını yok edip 21 adet uyku hapıyla uyuyayazmıştı ki aşkın kendi de bir uyku halidir bana kalırsa. söylenene göre edebi kariyerinin doruğunda olmasına rağmen özel hayatı karışıktı cesare'ın, ki aşk zaten karışıklık demektir. Sonu olmayan aşk ilişkileri onu bunaltmıştı der bazıları ki aslında aşkın sonu yoktur... diye konuşuyordum çekirgelerin kanatlarına bakarak. ki çekirgelerin kanatlarından iğrendiğim an bu gereksiz sohbetin nereye gideceğini düşünmeye başladığım anla aynı zamana denk geliyordu.

ossırada akşamüstü maviliğinde, semadan, genişlemiş omuzlarından yeni yeni çıkmış kanatlarını hışırdatarak durağa inen çakır keyif gözlü, laylon sakallı bir adam dans ederek boynuma sokuldu. dudaklarından dökülen telsiz sesinin cızırtılarında;

aralık kapıdan kararsız rüzgara! kığğğğttt. gel hadi. kığğğğğtttt.. öyle bir gel ki kığğğtttt... çığlıklar atalım. çığlık olalım. bizen gayrı herkes bizi martı sansın. kığğğğttt. tamam. sesi yükseldi. boynumun kumsallarına vuran bu gayrı resmi teklifin dalgalarıyla kendimden geçtiğimde gözlerim ehli keyif bir çift mavi göze uyandı. soran, önce gözlerle sonra dudaklarla;

günaydın. çok beklettim mi? dedim.

yoo dedi gülümseyerek. senin uyanmanı beklemek çok keyifli. ne görüyordun rüyanda?

yeni uyanmış bir kedi kadar keyifle gerinerek mırıldandım.

hiiç..seni beklediğimi.

1 Mart 2010 Pazartesi

get the blue's


dance in blue's

yine kalkamadım kurduğum saatte
oyalandım durdum kıyafetlerle boş yere
üç farklı elbise değiştirdim
sonunda karar kıldım kot etekte

durağa gittiğimde otobüs yeni gelmişti
eteğime aldırmayıp koştum yetiştim son anda
yapı dergisi okuyan bir adamın yanına oturdum
otobüs homurtuyla kalktığında
kadıköy yerine beşiktaşa gidene binmişim
çok geç olmuştu anladığımda

muavinin yanına gittim hemen
metrobüse binecektim dedim ben
elindeki gazeteyi hışırdatarak yanıtladı
dedi; çok geç, ancak köprüden önceki durakta inersen
boğaz trafiği, yol tıkabasa doluydu
mümkün değil yetişemezdim
işe başlama saatim dokuzdu
derin bir nefes alıp oturdum
başladım beklemeye
trafik tam bir işkenceydi
metrobüsler geçiyordu neşeyle

biraz bekledikten sonra bir metrobüs durağı gördüm
şöförün kulağına eğilip
dedim; insem geçebilirmiyim köprüden sizce
şöför bana duvarı ve telleri önerdi!
sakin olmalıydım ama fırladı kanım beynime
durağa yaklaştığında gördüm bir adamı
attı teller arasındaki boşluktan adımını
tamam dedim geçen biri var ineyim
açtı şöför bıkmış bir tavırla otobüsün kapısını
tellerin arasından kelebekler misali geçtim
ilk gelen sıkışık metrobüse bindim

mecidiyeköye şurda ne kaldı ki dedim içimden
geçtim sarılmış sevgililerin içinden
aklım uzanamadığım çantamdaki kitapta kalmıştı
neyse ki metrobüs yolu hep açıktı
zincirlikuyuda boşaldı metrobüsün yarısı
mecidiyeköye vardığımda mesaiye beş dakika vardı
Tanrıya şükürler olsun Pazartesileri yaratmıştı
Sendromunu da ardına takmıştı
Geç kaldı herkes uyanamamış suratlarla
Kahvemi alıp masama oturduğumda
Blues çalmaya başladı