15 Mart 2010 Pazartesi

sebastian

Guns 'n' Roses - Cats in the cradle and a silver spoon .mp3
Found at bee mp3 search engine


Martlar kandırıkçıydı, Nisanlar havai...
Pazartesiler yalnızdı, salılar kapı tıkırtısına sallanacak kadar oynak.
Ertesinde karla karışık yağmurların geleceği meteoroloji tarafından açıklanan güneşli bir Mart sabahı, tadın damakta kalmasıydı. Güneşte yıkanan yaprakların ve çiçeklerin yarın daha hüzünlü olacağını bilmek. Ertesi gün nasılsa giyemeyeceğini bilerek yeşil ekose elbiseyi ve içine beyaz kısa kollu gömleği giymek ve hemşireye benzediğini fark etmekti.
Evet yeşil ekose elbise biraz inceydi ama bir gün vardı o da bugündü nasılsa.
Yarına? Kerimdi... Kerimeydi...

Akşam daha ucuz olduğu için dia'dan alışverişimi yapıp, kapıda onunla karşılaşmak için migrosa girdim. U şeklindeki migrosun içinde hızlı adımlarla yürüyüp çıkışa yöneldim. İçerideydi, çıkmak üzereydi. Gözlerini, bıyıklarını ve onu görmeleri seviyordum. Göz göze geldik, sempatik gülümsememle elimi uzattım, gözlerin kıstı, bıyıkları keyifle oynadılar. O da sempatik gülümsememi seviyordu belli ki.
Nasılsın hemşire? dedi.
Tokalaşmak dokunma ihtiyacıdır diye yanıtladım.
Kafasını diğer yana çevirdi ama gülümsediğini görüyordum. Belli etmese de bıyıkları keyifli zamanlarda olduğu gibi oynuyordu.
Sarılmak nedir o zaman? dedi ağzını yalayarak çıkan sözcüklerle.
Dokunmanın yetersiz kaldığı zamanlardır dedim kendimden emin bir tavırla.
Öyle olsun der gibi baktı yüzüme. Migrosun ilerisindeki parka doğru yürüyüp, gelip gelmediğimi kontrol etmek için durup bana baktı. Az ama öz konuşurdu zaten. Hareketlerle anlatabileceklerini sözcüklere dökmenin gereksiz enerji kaybı olduğuna dair bir tavrı vardı. Belki ağzından çıkan sözcükler az olduğu için değerli geliyordu bana. Parka doğru konuşmadan yürüdük, elimde hışırdayan torbamla. Binalar arasına sıkıştırılmış varla yok arasında parkın nasılsa boş kalmış bankına oturdum. O benim oturmamı beklerken parkı kolaçan edip yerleştiğimden emin olduktan sonra yüzünü göreceğim bir mesafede banka yerleşti.
Aramayacak mısın? dedi çat diye. Lafı uzatmayı sevmezdi.
Aramaya değil bulmaya karar verdim dedim. Lafın nerede uzatılmaması gerektiğini bilirdim.
Söyleyecek bir şey yoktu. Bir süre o parkın kadrolu sevgililerine, yaşlı teyzelerine ve gökyüzünde yavaşça çoğalan bulutlara baktık. Bazen rüzgar esti. Gözlerimizi kıstık.
Serin oldu dedi.
Geç de oldu dedim.
Geç kalanlar serindir zaten diye yanıtladı.
Okunacak kitaplarım, yazılacak yazılarım var dedim.
Demleyecek çayın da varsa... diye mırıldandı.
Gülümsedim.
Bir zamanlar vişne reçelim vardı ekmeğe katık edecek şimdiyse ayva marmeladı dedim. Anlamamış bakışına cevap verebilirdim tabi ama iki vişne tanesinin bir saptan çıkışını göstermek için yazı beklemeye karar verdim.
Ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek.. diye mırıldanarak torbalarımı toplayıp kalktım. Onu görmek güzeldi. Ama söylemedim. Sadece gözlerine baktım. Gözlerinde gördüm ki beni görmek de güzeldi. Elimi uzattım, başını okşadım. Mırıldadı.
Eğer böyle yaparsan ayrılamayız dedi. Kuyruğu keyifle oynamaya başlamıştı.
Bir gün. Kendime ait bir evim olduğunda o ev ikimizin evi olacak dedim.
Ossırada yanımızdan geçen kadına küçük kızı beni gösterip
Aaa anne bak! kız kediyle konuşuyor diye bağırdı.
Annesi, kedi ya da ben onları ısıracakmışız gibi çocuğunu elinden çekip çekiştirerek daha hızlı yürümeye devam etti.
Gözgöze geldik. Gülümsedik. Evimiz olmasa bile bu parkta biraz oturmak keyifiydi.
Boynunu okşayıp veda ettim.
Martlar belirsizdi.
Pazartesiler yarım.
Nisanlar yamalıydı.
Salılar kendinden hiç beklenmeyecek kadar kararlı.
Ve resmi kaynaklara göre yarın karla karışık yağmur yağacaktı.

Hemşire kılığında bir ben evime yollanmışken dönüp parktaki sebastian'a baktım. Onun gözleriyse kanadı kırık bir güvercine takılmıştı...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Niye olduğunu bilmiyorum daha okumadım...
Anneme sordum "büyüyünce benim de sebeplerim olacak mı diye?"
Sustu...

İlker Aslan