30 Temmuz 2009 Perşembe

dalga



hayat aslında sahile vuran dalgalardır. dalga boyu değişir bazen, hayat yavaşlar, yada hızlanır. sorunlar bazen üstüne gelir bunalırsın. atlarsın dalgaya kaçamıyorsan tadını çıkarmaya çalışırsın.

28 Temmuz 2009 Salı

işteşlik halleri


sevişmek için her zaman soyunmak gerekmez.

bazı zamanlar o kadar aşk'la seversin ki, onun kıyafetlerini giyersin. sevişirsin.

sadece 2nize ait bir dilde konuşursun. gülüşürsün. sevişirsin.

uyurken pembecik yatağında uykudan uyanmış kokusunu içine çektiğini düşünürsün... sevişirsin.

çok seversin. gözlerine denize dalarcasına dalıp, açılırsın korkmadan. seversin o gözleri... sevişirsin

sesini dinlemek için bahaneler yaratıp, telefonda o sesin tınısıyla akıp gidersin...
akışırsın, likit olursun, erirsin, bitersin.
bazı geceler öfleraj aşamasında kalmış masaj planlarını düşünür ve arka koltuktan sırtını seyredersin. o indikten sonra sürücü mahalindeki izini değiştirmez, koltuğuna yerleşirsin. sevişirsin.

yani anlayacağın çok mecnunsan ve dermanın varsa sevişmek için soyunmak gerekmez.

çünkü sevişmek işteş bir fiildir aslında. sevmenin işteş halidir. ve eylemdir. konuşmak gibi, gülüşmek gibi, uyuşmak gibi, uçuşmak gibi, sevişmek gibi... sevme eylemidir... devrimcidir. yenileyicidir. yenilenirsin.

Şişelerin gücü adına!

Nirvanadır. Smells like teen spirit'deki kurt cobain'dir.


26 Temmuz 2009 Pazar

(ada)let-i şahika

eski zamanlardan kalma bir ok ucu takıldı ayaklarıma olimpos yollarında. en tepeye çıkacaktım bu cuma, tanrılara veda niyetine.
adaklarımı sunacaktım.
yüzdeyüzüvey abim olan ok ucunu alıp sırt çantama attım. efsaneyi biliyordum. bu ok insanın içine girer, çıksa bile içinde hatırasını bırakırdı. ama ben efsunluydum, zira aynı kandandık. yüzdeyüz kanı bozuktuk.
olimposun alamet-i şahikasından halice, haliçten geçen gemilere, boğazla halicin kucaklaştığı anlara baktık. ok ucumu beyaz bir piaggioaya çevirdim dumanlarla.
atladık ve dolandık istanbulun gece yarılarında...

döndüğümde diğer tanrılardan gizlice benim için ayrılan, son kez istanbulu seyrederek uyuyacağım odama geçtim. güneşe fazla yakındım. zaten özlemiştim güneşi o yüzden hiç sesimi çıkarmadım.

güneş doğmuş ve beni kavurmaya başlamıştı.

istanbul benim gidişim derdine yandığından, tüm ahaliyi yakıp kavuruyordu.


biz de beyaz piaggio arkasından motora atlayıp tüm ahaliyle adalara kaçtık. adaları burup içinden en boşuna saklandık. yüzdük. daldık. balık avladık. yosunlardan "düm tek" topladık. bu sefer pet şişelere akvaryum taklidi yaptırdık. kalpazanların kayalarına tırmandık. hikayeler dinledik. dertler dinledik. aslında hiç balık tutamamış olduğumuzu fark ettik. tutsak belki balık yiyecektik, tutamayınca -hiç para olmamasına rağmen- paylaşmakla büyümüş yarım ekmek sandviçlerden ısırıklar aldık.
görevlerimizi tamamladık. ok ucum gözlerime bakıp işaret verince kalkmamız gerektiğini anlayıp sudan çıktım. dar olmasını sevdiğim ahşap soyunma kabinlerinde yeniden insan kılığına girdim.

bomboş kafayla dermanımıza bakınırken bizden bir faytoncuyla göz göze geldim. birbirimizi tanırdık biz. faytoncu olmak için fazla genç olmasının hikmetine aldırmayıp çalışmasına takıldım. bildim. birşey olmamış gibi yürümeye devam ettik abimle.



iskeleye doğru yürürken, dean martin'den "sway" sallanarak peşimizden geliyordu.
döndüm.
faytoncuydu. o da sallanıyordu.
canıma tak etmişti.

"dolu musun faytoncu? boş mu?" dedim

gözleri burgazdan büyük faytoncu müziğe eşlik ederek incecik sigarasını uzattı.

"sizi buralara kim gönderdi ulu seçilmişler. buyurun, beni ve faytonumu onurlandırın lütfen" dedi gülerek

yüzdeyüzüvey abim olan ok ucumla arkaya yerleştik. burgazın hikmetine. hikmeti gülümseyişimizle kutsadık. sallandık.

kendine yeni bir sigara çıkardı ve bize tüm burgazı sallanarak ve sallayarak tanıştırmaya başladı.
iskeleye geldiğimizde bu dünyadan olabildiğince uzaktık.

beyaz piaggiomuz kabataşta olmasa hikmetin faytonuyla sallana sallana aya gidebiliriz diye düşünmüştük. ama kabataşta, beyaz piaggio, saat 12 ye kalmadan balkabağı olurdu. kalpazanlar yerdi.

güzel bir yemeğin dibini sıyırır gibi sıyırıp cumartesinin sonuna kadar birbirimize ait anları gerçek hayata bırakıldım ok ucum tarafından.

adaklarımı adadım. hazırlıklarımı yaptım.

artık anadolunun göbek deliğine düşmeye hazırdım.

istanbul'u severdim. o da beni. ama an itibariyle durum il'ler değil iş'leri önemsemeyi gerektiriyordu.

ben de göbek deliğine kırmızı bir küpe takmak için anadoluya doğru yola koyuldum.

19 Temmuz 2009 Pazar

sob(e)be

hayatım boyunca pazar günlerinden nefret ettim
bugün içimden bir ses ;
"günlerden nefret etme. boşver" dedi
durdum. gerçekten pazar'ın hiç suçu yoktu. senelerce inanılmaktan sararmış önyargımı buruşturup fırlattım çöp kutusuna.
basket oldu.
pazarlar artık diğer günler gibi sıradanlaştılar.
ben onların saçlarını okşadım,
onlar benim franssaçlarımı okşadılar.
barış çubuğu tüttürdük.

pazardı ve güneş sabah kalkar kalkmaz aradı. kafamız bomboş olsa da gözlerimize baktık özlediğimizi fark ettirmemeye çalışarak...

son bir aydır hayat eğlenceli bir hal almıştı ve bir cumartesi eymir kenarında kırmızı lolipopelbisemle onu öpüp sobelemiştim. nefes nefeseydik.
bana fena halde benziyodu güzellik.
artık kaçma sırası bendeydi...
klipteki gibi harbiye'den istiklal'e koşmaya başladım.

Seni Buldum from Redd

baltaların sap deliğiyle miller açmanın faziletleri...
redd etmeye meyilli, ucundan azıcık çarşı-vari, bir adam... yazmış, çizmiş, hayaller kurmuş, söylemiş. söyledikleri çok da güzelmiş.
sözüm ona bir baltaya sap olamamış.
benim gibi.
annelerimiz söylüyordu.
biz de, olamadık heralde diyorduk.
tüm balta saplarını alıp sistemin balta deliğine sokmak geliyordu içimizden.
derin bir nefes alıp,
balta deliğiyle (yada emniyet kemeri demiriyle)
bir miller açıp,
bir sigara yakıyorduk
.

5 Temmuz 2009 Pazar

sunrisenfes

sabah olmak üzereymiş.
bbyle cc 1942'lerden henüz gelmişler
hazreti ismail'in efesinden sadece bir yudum istemişim.
zira bademle nefes oluyormuş
o birayı bana vermiş zorla
ben suçlu hissetmişim
aynadanpınar haliyle elini sallayıp ssssssşşşşşşşş... demiş
ikimiz de anlamış gülmüşüz.
almışım efesi, fondip yapıp
kocaman olmuşum.
zaten efesteymişim.
12 havari ve ben efesi doldurdu diye meandrosu cezalandırıp içmemişiz suyundan.
sonsuza inen merdivenler varmış
bilinmeyen bir sahile iniyorlarmış
çiçek ve sabun kokuları birbirine karışıyormuş
merdivenlerin ve benim heyecandan ellerimiz ayaklarımız karışıyormuş
hepimiz kalbimizden uçan şerçelerle mesihi bekler gibi sabırsızca.
ama bekliyormuşuz
güneşi
gölgemden anlıyormuşum
oldukça yaklaşmış
mutlu bir sabırsızlığın tadını çıkarıyormuşum
biliyormuşum
daha çok erkenmiş
ve biz kahvaltıda karpuz kesecekmişiz

3 Temmuz 2009 Cuma

αποχαιρετισμός

sevgili bb,

size bugün çıkmadan böyle bir mektup yazmıştım da elcazım gitmemişti atmaya. toparlayamamıştım. telefonunuzu da açamamıştım zaten. olacakları biliyor gibi karalar giymiştim, karalar sürmüştüm akşam. herkes rahatsız, huzursuz ve eksikti zaten siz olmayınca.
kabul ediyorum. daha açık sözlü olmalıydım. suç benimdi.
hay lanet!
aslında olması gerektiği gibi ikimiz o büyülü bankın bir köşesinde oturup kalmalıydık. kalkıp daha ileri gitmemeliydik.
ama o kadar ben gibiydiniz ki, biliyordunuz. beni anlardınız diye umuyordum.
a-şık diye aniden kesiyordu.
birşeyler anlatmak istiyordum size ama dilsiz gibi kaldım, gözlerim uğraştılar.
ama yapamadılar.
siz de sonunda, aklınızla hayalgücümü paylaşan ben'im
üzmemek için çabalarken, sizi akıl'sız gördüğümü sandınız!
hay lanet!
derin bir nefes alıyorum.
kaderime boyun eğip, size ait her detayı, bende kalan çakıltaşlarınız gibi eteğime topluyorum... rahatsıztekkişilikkoltuklar'ın genişlikleri, yunanistandaki partiler ve yol kenarında vıcık-cıcık karamelli kahveyle içilen ince sigaralar gibi.
gülmek gibi.
sizin gibi.

herşey için
herkese teşekkür ediyorum.



name

güneşin dans ettiği bir yerlerden bahsediyorlar son zamanlarda.
sadece o günlük tanıdığım -belki bir daha görmediğim- insanlar farklı mekanlarda bana "güneş dans ediyor" diyorlar.
ben de kulaklarımı son ses açıp evrenin mesajına veriyorum.
güneş saçlı bir çocukla, güneşi dans ettirmeye ve çocuk gibi eğlenmeye gitmek istiyorum.
ama gelin görün ki buraların yabancısıyım ve kuralları bilmiyorum. her "hayırdır genç?" bakışına yada öksürüşüne "ben buraların yabancısıyım" diyorum.

güneş saçlı bir çocuk tatile çıkıyor ve güneşi dans ettirmek için bazı - güneşle hiç ilgisi olmayan -tanrılara adaklar adamak gerekiyor. ama benim gözüm sadece onu görüyor.
isterseniz buna kader diyebilirsiniz.zira kaderin kızkardeşleri de üç taneler;
harika, şahane ve makbule.kült, ablası ve abisiyle arkadaşlar bunlar.
mahalleden.
altın kızlar, uzattığım saçlarımdan çektiğim çilenin altıncı yılında bana üç dilek hakkı vermiş.
ben de dilemişim.
a.a. olmuş gerçekten. anidenmiş.
hatta bb olmuş. en serseri ve en zormuş.
altıncıgünün sonunda tanrı insanlara dinlenmeleri için izin vermiş
ve cc olmuş...
bir de hazreti ismail varmış. şamil tayyarın göz-arkadaşı.
hepsi çok iyi çocuklarmış. aynı mahalleden. kaderin kardeşleri gibi.
yeni bir ay varmış.
yeni bir göl
yeni bir pınar
gülmekten yorgun düşüp, yeter dediklerinde, susup sakinleşmelerini bekliyormuşum. sonra biri "devam etmiyor muyuz?" diyormuş... onların dalgalarında yüzüyormuşum. dalgalanıyormuşum
duru-lu-yormuşum
an'ın tadını çıkarıyormuşum
incecik parmaklarımla anları kaydırıp, bambaşka yerlere götürüp getiriyormuşum. gerçek işimi bulmuş gibiymişim. onlardan derliyor topluyor, yine onlara anlatıyormuşum.
aklımda bir güneş dans ediyormuş,
o güneşten birbirinden güzel üç renk lale damlıyormuş,
sararıyormuşum. elcazımda değilmiş...

camdan kapı kolu deliğine giren kelebek etkisiyle yanımda tarantino filmlerinden çıkmış, siyah takım-beyaz gömlek-ince siyah gravat güneş saçlı bir çocuk oturmuş. ablasının düğününden almışım onu. dört nikah bir de cenaze varmış o saatlerde. arkada akrabalar, erkek tarafı dedikodusu yaparken, biz gözlerimizle konuşup, eğleniyormuşuz. buraların yabancısı olduğumuzu çaktırmamaya çalışıyormuşuz. o sağlıkçı olduğu için daha iyi biliyormuş, buralarda huzursuz yabancıları sevmiyorlarmış.
sonra resmi kıyafetler çıkıyor, akrabalardan kaçılıyor ve hayalden değil gerçekten çimenler üstünde sihirli bir kartona oturup; bulutlara, yeşil uçurtmaya ve insanlara bakıyormuşuz tepelerden. huzursuzluğumuzla dalga geçen hikayeler anlatıp eğlendiriyormuşum onu. ne de olsa gülmeden geçmiyormuş hayat.
o, bana sarılmamak için zor tutuyormuş. ama tutuyormuş. kendini.
biliyormuş ben çok özel bir melekmişim.
ve kanatlarıma dikkat etmek gerekiyormuş.
ama işte kader. üçkardeş oluyormuş. ve hay lanet! işler karışıyormuş.

hep rüyamda gördüğüm merdivenleri iniyorum iki gündür. tarihi binaların olduğu bir sahile iniyorlar. ben de iniyorum. çiçekler açıyor. heryerimde. güneş saçlı bir çocukla, serçelere (iyi niyetle) kafaları kadar bademler atıp gülerek ve sekerek birbirimize hikayeler anlata anlata iniyoruz. nereye gitsek güneş parlıyor. tatil oluyor. tatil kaçmak değil miydi?
affınıza sığınarak izin istiyorum.
güneş bugünlerde dans etmek istiyor.



cc

söyleyemiyordum. ama bir yerlerden unutamıyordum. bana verdiğin, sakladığım her an'ın yanına abant'ın suyunu da koydum. film gibiydi yine. bu kez pembe bir yalnızlık gibi hafiften, jülide abla "kendinle kalırsın" diyordu. ve biz gözlerimize belki son kez. belki ilk kez bakıyorduk. bembeyaz bir duvardaki leke gibi rahatsız ediyordu. unutmak zorundaydık. güneş tam da saçlarından geliyordu...



http://www.myspace.com/julideozcelik