26 Temmuz 2009 Pazar

(ada)let-i şahika

eski zamanlardan kalma bir ok ucu takıldı ayaklarıma olimpos yollarında. en tepeye çıkacaktım bu cuma, tanrılara veda niyetine.
adaklarımı sunacaktım.
yüzdeyüzüvey abim olan ok ucunu alıp sırt çantama attım. efsaneyi biliyordum. bu ok insanın içine girer, çıksa bile içinde hatırasını bırakırdı. ama ben efsunluydum, zira aynı kandandık. yüzdeyüz kanı bozuktuk.
olimposun alamet-i şahikasından halice, haliçten geçen gemilere, boğazla halicin kucaklaştığı anlara baktık. ok ucumu beyaz bir piaggioaya çevirdim dumanlarla.
atladık ve dolandık istanbulun gece yarılarında...

döndüğümde diğer tanrılardan gizlice benim için ayrılan, son kez istanbulu seyrederek uyuyacağım odama geçtim. güneşe fazla yakındım. zaten özlemiştim güneşi o yüzden hiç sesimi çıkarmadım.

güneş doğmuş ve beni kavurmaya başlamıştı.

istanbul benim gidişim derdine yandığından, tüm ahaliyi yakıp kavuruyordu.


biz de beyaz piaggio arkasından motora atlayıp tüm ahaliyle adalara kaçtık. adaları burup içinden en boşuna saklandık. yüzdük. daldık. balık avladık. yosunlardan "düm tek" topladık. bu sefer pet şişelere akvaryum taklidi yaptırdık. kalpazanların kayalarına tırmandık. hikayeler dinledik. dertler dinledik. aslında hiç balık tutamamış olduğumuzu fark ettik. tutsak belki balık yiyecektik, tutamayınca -hiç para olmamasına rağmen- paylaşmakla büyümüş yarım ekmek sandviçlerden ısırıklar aldık.
görevlerimizi tamamladık. ok ucum gözlerime bakıp işaret verince kalkmamız gerektiğini anlayıp sudan çıktım. dar olmasını sevdiğim ahşap soyunma kabinlerinde yeniden insan kılığına girdim.

bomboş kafayla dermanımıza bakınırken bizden bir faytoncuyla göz göze geldim. birbirimizi tanırdık biz. faytoncu olmak için fazla genç olmasının hikmetine aldırmayıp çalışmasına takıldım. bildim. birşey olmamış gibi yürümeye devam ettik abimle.



iskeleye doğru yürürken, dean martin'den "sway" sallanarak peşimizden geliyordu.
döndüm.
faytoncuydu. o da sallanıyordu.
canıma tak etmişti.

"dolu musun faytoncu? boş mu?" dedim

gözleri burgazdan büyük faytoncu müziğe eşlik ederek incecik sigarasını uzattı.

"sizi buralara kim gönderdi ulu seçilmişler. buyurun, beni ve faytonumu onurlandırın lütfen" dedi gülerek

yüzdeyüzüvey abim olan ok ucumla arkaya yerleştik. burgazın hikmetine. hikmeti gülümseyişimizle kutsadık. sallandık.

kendine yeni bir sigara çıkardı ve bize tüm burgazı sallanarak ve sallayarak tanıştırmaya başladı.
iskeleye geldiğimizde bu dünyadan olabildiğince uzaktık.

beyaz piaggiomuz kabataşta olmasa hikmetin faytonuyla sallana sallana aya gidebiliriz diye düşünmüştük. ama kabataşta, beyaz piaggio, saat 12 ye kalmadan balkabağı olurdu. kalpazanlar yerdi.

güzel bir yemeğin dibini sıyırır gibi sıyırıp cumartesinin sonuna kadar birbirimize ait anları gerçek hayata bırakıldım ok ucum tarafından.

adaklarımı adadım. hazırlıklarımı yaptım.

artık anadolunun göbek deliğine düşmeye hazırdım.

istanbul'u severdim. o da beni. ama an itibariyle durum il'ler değil iş'leri önemsemeyi gerektiriyordu.

ben de göbek deliğine kırmızı bir küpe takmak için anadoluya doğru yola koyuldum.

Hiç yorum yok: