Herkes, her gün en azından küçük bir şarkı duymalı , iyi bir şiir okumalı , hoş bir resim görmeli ve eğer mümkünse bir kaç mantıklı kelime söyleyebilmelidir. Goethe
26 Mart 2010 Cuma
mumya sahili
tanıştığımızda yeni mumyalanmış iki zombi gibiydik. benim önce dilimi mumyalamış olmalılardı, sonra kalbimi. sonunda, geri kalan karakteristik organlarımı; gözlerim, dudaklarım, ellerim... tüm duyularım mumyalanmıştı sanki hem yaşamalarına hem de ölmelerine izin vermemecesine.
sahile indiğimde her zamanki gibi hiçbir zaman kral olamayacak köpek arthur'u denize alıştırmaya çalışan tyler durden'a benzeyen sahibini, onları uzaktan elinde sigarasıyla izleyen anneleri marla singer'ı ve her zaman aynı kumsalın kumlarında oynayan o kız ve erkek çocuğunu gördüm. belki başka insanlar da vardı ama sezilemeyecek kadar siliklerdi. ilk kez gördüğüm, tek başına gitar çalan karışık saçlı çocuk dışında herkes silikti bugün. dalgalar bile. kılı kılına uyduğumuz zaman mekan kanununda bir atlama olmuş ve buraya ait olmayan karışık saçlı çocuğu bu sahile atmış olmalıydı. yanına oturdum, kumların üstüne, ağzını açmadan gözleriyle; şarkı bitene kadar tek bir kelime söylemeden dinle! dedi. uysalca itaat ettim. keman sesinin ağlayan, inleyen bir ses olduğunu düşünürdüm, ama yaraları olan gitarlar da hıçkırıklarla, kekeleyerek ve dudakları titreyerek şarkılar söyleyebiliyorlardı. şarkısını bitirdiğinde aklımda geçenleri duymuş ancak şarkısını bitirmeden yanıtlamak istememiş gibi gözlerinin üstüne dökülen saçlarının altından bakarak, yaralarım var dedi. benim de dedim.
hangimizin biraz yarası yoktu ki?
diz kapağımın altındaydı benimki, bazen bacaklarımda başka yerlere yavruluyordu. yürüyüp gitmeme engel olmak istermiş gibi yapışmıştı bacaklarıma, sanki her biri onun parmak izleriydi... yavruları onun kadar inatçı değildi, kendi kendimi mumya olmadığıma inandırdığımda, onları da yok edebiliyordum. ama diz kapağımın altındaki... o gerçek bir nemruttu işte! inatçı, geçmek bilmez ve kaşıngan. kaşınmasa orada olduğunu unutacaktım belki, ama iyileşeceğimi ve kaybolacağını hissettiğinde kaşınmaya başlardı. ben de yalnız kaldığım ilk an hararetle kaşıyıp, kabuk bağlamasına izin vermez, kanatırdım onu. izi kalırdı.
aşk yaraları su çiçeğine oldukça yakındı.
o sahilde karşılaştığımızda henüz mumyalanmış iki zombiydik.
bundan habersizce, hayallerimizin başından ayrılamıyor, etrafında hayal et ler misali dolanırken, aklımızda kastanyet çalan deli düşünceler dans ediyordu. düşüncelerimiz özgür kalan tek duyumuzdu belki de. biz de işi deliliğe vuruyorduk.
adı neydi dedim? boşver dedi. güzel isim diye yanıtladım, benim de unut gitsin adlı bir sevgilim olmuştu. gülümsedi.
adını unutmadım hala dedim. ben adını ağzıma alamam bile dedi imkansızca. haberi yoktu ama o da benim gibi bir mumyaydı. neyi var neyi yoksa sökmüşler, ama ağzını yerine koymayı unutmuşlardı. ondandı onu mumyalayanın adını ağzına alamaması. yeni bir ağza ihtiyacı vardı. bunu, ona söylemedim. başka şeylerden bahsettim. neşeli şeylerden... sonra dünya üzerinde bildiğim tüm neşeli şeylerin bittiğini hissettiğimde, uykum var dedim sadece. uyuma dedi, annesinden ayrılmak istemeyen çocukların uyumamak için son bir masal isteyen bakışlarıyla.
umudunu kestiği bir anda gönderilen bir melek olduğumu sanıyordu. melekler uyumazlardı. umutları da olmazdı. ne melektim ne de onun umduğu başkası, onun gibi bir zombiydim sadece. uyumalıydım. yine de son bir gayretle, meleklerin önceleri görünür, dokunulur ve duyulur olduğundan bahsettim. insanoğlu bitmek bilmez hırslarıyla onları da acıtana kadar öyle kaldıklarından... sonra? sonra onlar da görünmez ve dokunulmaz olmuşlardı. bazılarının sadece sesi kalmıştı. bazılarının da benim gibi kesif bir mumya suskunluğu.
yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. gitmeliyim diye mırıldandım. gitme lütfen diye fısıldadı. fısıltısı dalgaların sesinde seyreldiğinde, ilan tabelasındaki festival ilanına bakıp baharda yapılacak festivallere onunla gitmek isteyip istemeyeceğimi sordu heyecanla.
gülümseme sırası bana geçmişti. gülümsemek de esnemek gibi bulaşıcıydı.
acil durumda camı mı kırdın? dedim.
sen var ya... dedi. ben vardım ya, gerçekten. henüz mumyalanmıştım ama ölüm bile yetiyordu. bir hayatta bir kaç ölüm yetiyordu insana gerçekten.
fazlası zarardı.
geri kalan herşeyi silik bırakan o sahilden ayrılırken sargıları çürümüş iki mumya gibiydik. yan yana yürürken parçalanıp dökülmemek için sargılarımıza daha sıkı sarılıyorduk, birbirimize sarılmak sadece parçalanmamıza neden olacakmış gibi.
arthur hala denize giremiyor, marla hala yeni bir sigara yakıyor ve çocuklar hala bitmeyen kumdan kaleleriyle oynuyorlardı. hava ılık, bahar geliyorum diyordu...
ve biz tüm baharlar tasfiye edilmişçesine, yaklaşan sıcaklığı yeni bir yara izi sanıp sevmekten korkuyorduk.
Mumya
su adresini saklıyor çiçeğimden
bütün musluklar yara
birkaç damla yağmur tozu konuyor belki
baharı tasfiye etmiş mumyalara
Güray Köksoy
25 Mart 2010 Perşembe
uzağa giden kadın
hiç bir kadına sandığın kadar yakın olamazsın. gözlerinin içine bakıp, avuçlarını sıkarken bile çok uzaklara gidebilir bir kadın.
aynı mantıkla aslında o kadar uzaktayken, isterse sana şah damarından bile yakın olma ihtimaline ise hiç aklın ermez.
bloglar arasında dolanırken rastladım ona. yazdıklarının tamamını okumadım (ki neden tüm detayları bir seferde tüketeyim?) ama kendime pek yakın hissettim dilimi.
orda bir kadın var uzakta.
o kadın biraz da benim...
tespit geçtim realite.
ama uyar.
uyar.
* Saçlarımın yasını tutmuyorum. Saçlarım acımıyor. Ama elim çok acıyor! Elimin de yasını tutmuyorum; çünkü her yoksunluk, bir varlığımı fark etmemi sağlıyor. Aslında bendeki SEN’i çıkarmıyorum. SEN’siz, bendeki beni fark ediyorum. Bugün mesela ilk kez bir elim daha olduğunu fark ediyorum: SAĞ! Ve bugün ilk kez benden SEN’i çıkarttığımda geriye kalanlarla yüzleşiyorum; SAĞ!
Fark ediyorum ki yıllarca aradığım ve belki de aramaya bir ömür boyu devam edeceğim bir şey gizli, sol elimle aramızda. Bir dokunuş mesafesi kadar yakınız oysa. Ona ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Düşünüyorum. Öylesine SEN’le doluyum ki başka hiçbir şey düşünemiyorum. Sanki SEN’den başka hiçbir düşünce kan-beyin bariyerimden geçmiyor.. Bu uykusuz geçen kaçıncı gece bilmiyorum. Gün, gecenin koynundan usulca uyanıyor. Güneş, penceremin önünde soyunuyor bana. Sağ elim yumruk oldu; sol zindan içinde. İçim acıyor. Bir ıhlamur kokusu alıyorum. İşte o anda ezan serenat yapmaya başlıyor güneşe. Sağ elim, sol elime dokunuyor. Sağ elim, sol elimi sarıyor. Anneannemin öğrettiği dualar dökülüyor dilimden.. “Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim ki RAB’bin seni bırakmadı ve sana darılmadı..”
İşte o anda sağ elim haykırdı, sol elime: YALNIZ DEĞİLSİN BEN VARIM!
*Şimdi içtenlikle söyleyin bana: Kar adeta aşk gibi değil mi? Yokken özlersiniz. Varken bir başka olursunuz. İlk başladığında içinizi derin bir tutku ve heyecan kaplar. Kendinizi karın yağışına bırakırsınız. Her şey, her yer kar olmuştur. Bunun bir önemi yoktur. Çünkü sizin dünyanızda en önemli olan şey kardır. Kar bildiği gibi yağar ama siz herşeyi kendiniz için düzenlediğini düşünürsünüz. Yaşantınız eskisi gibi değildir. Değişmiştir. Farklı bir ışık vardır gözlerinizde buna kar büyüsü denir. Girdiğiniz her ortamda sizin kar büyüsüne tutulduğunuzu hissederler. Konuşmanız, duruşunuz değişmiştir. Çünkü sizin bir kar aşkınız vardır.
*A-RA-LIK.. Diye mırıldanıyorum. Kendi kendime. Defalarca.. Defalarca.. Defalarca.. Zihnime damlayan düşüncelere dokunuyorum. Düşüncelerin içindeki düşleri topluyorum. Düşünceleri düşürmüyorum. İçime çekiyorum derin bir solukta tüm yaşanmamış zamanları. Ilık baharları, kavruk yazları, yağmurlu nevbaharları ve insanın içine kaçan kışları.. Tüm zamanları bir solukta içime çekiyorum. Yaşamı tümlüyorum, şimdiki zaman penceresinde. Bakıyorum hayata ılık ılık, tutkulu. Ezber bozan zamanların güneşiyim ben. Bir ıslık gibi çalınır dudaklarımda aşk.. Öpücük! Sesini duyar ruhlar. Usul usul aralık zamanlar başlar..
*
üryanlığı giyinmiş kadın kadar kapalı bir yatakta
küstümden bozma
iki yastık durur
yan yana
aşk ritminin ustaları
bedeni anımsayarak
direnir unutulmaya
gözler okşar
aklın hediyesi hayalden sevgiliyi
kuş bakışı sarılınır yokluğa
dudak mırıldanır
bir aralık gel
sarıl bana
usulca
uyanınca gözler
aşkla
gün ışığının gözleri kamaşır
kaçar,
sığınır perde ardına
aşk aşk atar yürek
"ey zaman, geçme dur biraz! "
dercesine
"tamam da, ne zamana kadar? "
diye sorar zaman.
o vakit
dil,
lal olur
aşk,
sırça bir hayal
http://uzagagidenkadin.blogspot.com/
aynı mantıkla aslında o kadar uzaktayken, isterse sana şah damarından bile yakın olma ihtimaline ise hiç aklın ermez.
bloglar arasında dolanırken rastladım ona. yazdıklarının tamamını okumadım (ki neden tüm detayları bir seferde tüketeyim?) ama kendime pek yakın hissettim dilimi.
orda bir kadın var uzakta.
o kadın biraz da benim...
tespit geçtim realite.
ama uyar.
uyar.
* Saçlarımın yasını tutmuyorum. Saçlarım acımıyor. Ama elim çok acıyor! Elimin de yasını tutmuyorum; çünkü her yoksunluk, bir varlığımı fark etmemi sağlıyor. Aslında bendeki SEN’i çıkarmıyorum. SEN’siz, bendeki beni fark ediyorum. Bugün mesela ilk kez bir elim daha olduğunu fark ediyorum: SAĞ! Ve bugün ilk kez benden SEN’i çıkarttığımda geriye kalanlarla yüzleşiyorum; SAĞ!
Fark ediyorum ki yıllarca aradığım ve belki de aramaya bir ömür boyu devam edeceğim bir şey gizli, sol elimle aramızda. Bir dokunuş mesafesi kadar yakınız oysa. Ona ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Düşünüyorum. Öylesine SEN’le doluyum ki başka hiçbir şey düşünemiyorum. Sanki SEN’den başka hiçbir düşünce kan-beyin bariyerimden geçmiyor.. Bu uykusuz geçen kaçıncı gece bilmiyorum. Gün, gecenin koynundan usulca uyanıyor. Güneş, penceremin önünde soyunuyor bana. Sağ elim yumruk oldu; sol zindan içinde. İçim acıyor. Bir ıhlamur kokusu alıyorum. İşte o anda ezan serenat yapmaya başlıyor güneşe. Sağ elim, sol elime dokunuyor. Sağ elim, sol elimi sarıyor. Anneannemin öğrettiği dualar dökülüyor dilimden.. “Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim ki RAB’bin seni bırakmadı ve sana darılmadı..”
İşte o anda sağ elim haykırdı, sol elime: YALNIZ DEĞİLSİN BEN VARIM!
*Şimdi içtenlikle söyleyin bana: Kar adeta aşk gibi değil mi? Yokken özlersiniz. Varken bir başka olursunuz. İlk başladığında içinizi derin bir tutku ve heyecan kaplar. Kendinizi karın yağışına bırakırsınız. Her şey, her yer kar olmuştur. Bunun bir önemi yoktur. Çünkü sizin dünyanızda en önemli olan şey kardır. Kar bildiği gibi yağar ama siz herşeyi kendiniz için düzenlediğini düşünürsünüz. Yaşantınız eskisi gibi değildir. Değişmiştir. Farklı bir ışık vardır gözlerinizde buna kar büyüsü denir. Girdiğiniz her ortamda sizin kar büyüsüne tutulduğunuzu hissederler. Konuşmanız, duruşunuz değişmiştir. Çünkü sizin bir kar aşkınız vardır.
*A-RA-LIK.. Diye mırıldanıyorum. Kendi kendime. Defalarca.. Defalarca.. Defalarca.. Zihnime damlayan düşüncelere dokunuyorum. Düşüncelerin içindeki düşleri topluyorum. Düşünceleri düşürmüyorum. İçime çekiyorum derin bir solukta tüm yaşanmamış zamanları. Ilık baharları, kavruk yazları, yağmurlu nevbaharları ve insanın içine kaçan kışları.. Tüm zamanları bir solukta içime çekiyorum. Yaşamı tümlüyorum, şimdiki zaman penceresinde. Bakıyorum hayata ılık ılık, tutkulu. Ezber bozan zamanların güneşiyim ben. Bir ıslık gibi çalınır dudaklarımda aşk.. Öpücük! Sesini duyar ruhlar. Usul usul aralık zamanlar başlar..
*
üryanlığı giyinmiş kadın kadar kapalı bir yatakta
küstümden bozma
iki yastık durur
yan yana
aşk ritminin ustaları
bedeni anımsayarak
direnir unutulmaya
gözler okşar
aklın hediyesi hayalden sevgiliyi
kuş bakışı sarılınır yokluğa
dudak mırıldanır
bir aralık gel
sarıl bana
usulca
uyanınca gözler
aşkla
gün ışığının gözleri kamaşır
kaçar,
sığınır perde ardına
aşk aşk atar yürek
"ey zaman, geçme dur biraz! "
dercesine
"tamam da, ne zamana kadar? "
diye sorar zaman.
o vakit
dil,
lal olur
aşk,
sırça bir hayal
http://uzagagidenkadin.blogspot.com/
24 Mart 2010 Çarşamba
a b c
açma sabahları
açmayla başlanan sabahlar vardır. fazla yağlıdır ama güzeldir meret. poaça gibi mideyi de ekşitmez. zeytinlisi, patateslisi, şokellalısı bile vardır. hoş şokellalıya çikolatalı diyorlar pastanede. şokella yerine de nutella yiyor şimdiki nesiller. olsun. şokelladır, adı başka da olsa, o tüpten emilen zamazingo benim için. konuyu fazla açmadan açmaya dönecek olursak, açma sabahlarını abartmamak lazım. yoksa göbeğin açma gibi kabardığını fark edersiniz benim gibi. yaz başlangıcında gereksiz strese neden olur. o yüzden yarından itibaren açmaya son ya da yarınki son şokellalıdan sonra. belki?
boynuz
geçenlerde gazetede haber yaptılar, yaşlı bir kadının alnında boynuz çıkmış. hani zürafa ya da gergedan boynuzu değil ama ufak bir oğlağın boynuzu ebatında bir çıkıntı. baccha hanıma ben bundan istiyorum dedim o boynuzu görünce hemen. benim karadeniz dalgaları misali bitmek bilmez isteklerime dalgakıran gibi dayanan baccham ufak bir araştırmayla bu boynuzun bir virüsten kaynaklandığını, istiyorsam virüsü bulmamı, onun için havanın hoş olduğunu söyledi. istiyorum işte, virüse de razıyım, ki biz ne virüsler gördük boynuz virüsünden mi korkacağım, boynuzumla dalga geçecekler ihtimal ama zamanında ne mecazi boynuzlar yedim gerçeğine mi üzüleceğim?bakkalda sigara isterken boynuzuma bakan amcaya aldırmaz bir tavırla "kulağı geçti" demek istiyorum.
ce vitamini
kış olduğu sanılır ama ce vitaminin tam mevsimidir şimdi. havalar böyle oynakken, sabah güneşli havaya kanıp giyilen elbiseyle öğleden sonraki yağmurda ıslanırken ya da sabah soğuk olacak diye giydiğin o fazladan hırkamsı birden açan güneşte sırtında bir eşşek ölüsüne dönüşmüşken burnun mu tıkalı deyiverirler adama. hapı yuttuğunun resmidir. gülümse! o ce vitamini hapı ya da pastili kutularında turuncu ya da sarı kullandıklarından mıdır, yoksa turunçgillerle özdeşleştirildiğinden midir nedir ce vitaminini hep sarı ya da turuncu olduğunu sanırım ki bir ihtimal öyle değildir.
açmayla başlanan sabahlar vardır. fazla yağlıdır ama güzeldir meret. poaça gibi mideyi de ekşitmez. zeytinlisi, patateslisi, şokellalısı bile vardır. hoş şokellalıya çikolatalı diyorlar pastanede. şokella yerine de nutella yiyor şimdiki nesiller. olsun. şokelladır, adı başka da olsa, o tüpten emilen zamazingo benim için. konuyu fazla açmadan açmaya dönecek olursak, açma sabahlarını abartmamak lazım. yoksa göbeğin açma gibi kabardığını fark edersiniz benim gibi. yaz başlangıcında gereksiz strese neden olur. o yüzden yarından itibaren açmaya son ya da yarınki son şokellalıdan sonra. belki?
boynuz
geçenlerde gazetede haber yaptılar, yaşlı bir kadının alnında boynuz çıkmış. hani zürafa ya da gergedan boynuzu değil ama ufak bir oğlağın boynuzu ebatında bir çıkıntı. baccha hanıma ben bundan istiyorum dedim o boynuzu görünce hemen. benim karadeniz dalgaları misali bitmek bilmez isteklerime dalgakıran gibi dayanan baccham ufak bir araştırmayla bu boynuzun bir virüsten kaynaklandığını, istiyorsam virüsü bulmamı, onun için havanın hoş olduğunu söyledi. istiyorum işte, virüse de razıyım, ki biz ne virüsler gördük boynuz virüsünden mi korkacağım, boynuzumla dalga geçecekler ihtimal ama zamanında ne mecazi boynuzlar yedim gerçeğine mi üzüleceğim?bakkalda sigara isterken boynuzuma bakan amcaya aldırmaz bir tavırla "kulağı geçti" demek istiyorum.
ce vitamini
kış olduğu sanılır ama ce vitaminin tam mevsimidir şimdi. havalar böyle oynakken, sabah güneşli havaya kanıp giyilen elbiseyle öğleden sonraki yağmurda ıslanırken ya da sabah soğuk olacak diye giydiğin o fazladan hırkamsı birden açan güneşte sırtında bir eşşek ölüsüne dönüşmüşken burnun mu tıkalı deyiverirler adama. hapı yuttuğunun resmidir. gülümse! o ce vitamini hapı ya da pastili kutularında turuncu ya da sarı kullandıklarından mıdır, yoksa turunçgillerle özdeşleştirildiğinden midir nedir ce vitaminini hep sarı ya da turuncu olduğunu sanırım ki bir ihtimal öyle değildir.
Karıştırılacak Sayfalar
My Blueberry Nights
Yükleyen PARSYC. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler
http://www.ilkekutlay.com/home.html
http://www.domeniconi.it/
http://gecesintisi.deviantart.com/
http://www.desenhalicinarli.com/
sesin üzerime döküldü bak
gözüme kaçtı yüzün, sen... hangi masaldan alıntısın?
LOST AND FOUND Trailer from STUDIO AKA on Vimeo.
http://www.krislewisart.com/paintings.html
http://www.anabagayan.com/Paintings/Gallery/willow.html
http://www.hotelfox.dk/
anxiety
karton bir evde yaşanan / yağmur tedirginliği gibiydi / içindeki karınca telaşı...
Ce que je suis from Doncvoilà on Vimeo.
http://nosurprisess.deviantart.com/
http://www.hintkumasi.com/public/profil.aspx?kreatif=e3c47c80-e6ae-49ae-b44f-b09c62d4cb0b
http://gereksiztara.blogspot.com/
Çağlar Kaya 'ya teşekkürlerle...
23 Mart 2010 Salı
David Guetta 10 Nisan
sabaha kadar oturup hercai menekşelerimin arasından seyrettiğim yol kenarındaki panolara sabah gözüm takıldı. david guetta 10 nisan mı yazıyor?
perdeden kafamı çıkardım :)
evet evet yazıyor gerçekten.
spongebobun heyecanlı bekleyiş dansını yaptırdı bana sabah sabah
love is gone... david? gotcha! ;)
David Guetta -The World Is Mine
Yükleyen BeSBeLLi. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!
perdeden kafamı çıkardım :)
evet evet yazıyor gerçekten.
spongebobun heyecanlı bekleyiş dansını yaptırdı bana sabah sabah
love is gone... david? gotcha! ;)
David Guetta -The World Is Mine
Yükleyen BeSBeLLi. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!
haya-(l/t)

bir hayal kuruyorum
ruhların cinsiyetlerinin olmadığı
bir hayal
sen polsün
ben virjini
emiyorsun parmağımı sarılmış uyurken
ve hayasızlık sayılmıyor bu emiş
ananın memesini emer gibi saf ve çocuksu aksine
bir hayal kuruyorum kale gibi
an be an
ufak kum tanelerinden
bir hayal ki
orada adı yatak olan bir kerevet
ve her zamanki gibi erkenden uyuyorum ben
sen beni seyrediyorsun fark ettirmeden
başka şeylerle uğraşırken
bir hayale eriyorum
halsiz düşmüş günün, geceye
şekerin, kan kırmızı çaya er(i)diği gibi
yatağın ısıttığım yerini sana verecek kadar temiz
emilecek parmak ucum kadar bizim
erilecek murat kadar içten...
hayasızlık değil demiştin hani bir gece bana
hayalsizliktir
insanı çürüten
dostum bana kötü bir şey söyle buna ihtiyacım var...
eğer bir karar verdiysen, geriye dönüp bakma demişti iç sesim. verdim, dedim hafifçe. döndüm arkamı ve yürümeye başladım. gülümsedi bu kadar hafife almama. bahaneler çıkacak dedi hınzırca. ben söyleyeceğim bazen bunu sana ve bana bile direnmeyi bilmelisin, kendi iç sesine. yapabilecek misin? canın yanacak, gözleri gelecek aklına, sesini duymak isteyeceksin ılık ılık kulaklarından dolan kalbine. dayanacağım, dedim. yürümeye devam ettim. gölgemden bile yakın fısıldadı kulağıma; yürümeyeceksin bir an bu kadar emin, bir kitapçıda bir kapakta rastlayacaksın diyorum, bazen çalan bir şarkıdaki piyanonun tuşlarında. dayanamayıp açacaksın kitabın kapağını ve adına bakacaksın içindeki özlem ateşini söndürecekmiş gibi. kaybetmek isteyeceksin müziğin ritminde kendini kollarında kaybeder gibi. bir yazı göreceksin ve sadece o yazıda gördüğün o'nu göstermek isteyeceksin, birilerini benzeteceksin ona karşıdan gelen, o değilken dedi şeytanca. emin misin?
emin değilim dedim.
vazgeç o zaman diye yanıtladı acımasızca.
acı çekmeyeceğimden emin değilim belki dedim bir sigara yakıp korkusuzca. ama yapmam gerekenin bu olduğundan eminim. o aşkı yabancı bir dilde yaşarken, benim dilimden anlamazken, onun dilini öğrenmeye çalışmak ve ana dilimi unutmak daha çok yakar canımı. kalbimin her dilimi ayrı yana dağıldı...
bu kaçıncı sigara? dedi gözlerimin doluşundan sebep konuyu değiştirmeye çalışarak, bizi imha edecek kadar çok olmasına çalışıyorum diye yanıtladım.
bir an yapmamam gerekeni yapıp başımı geriye çevirdim. bakmamam gerekenlere baktım, görmemem gerekenleri gördüm, hatırlamamam gerekenleri hatırladım. attım elimdeki kibriti gördüklerime.
sessizce patladılar. herşey aydınlandı. bazı şeyler gecenin en sessiz yalınızlığında ve yalınayakken daha aydınlık oluyor diye fısıldadım ve en azından hala, üzerinden atlanacak bir gökkuşağım var.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı
önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
31 mart 1998– 17 ocak 2010
ES
her yazar farklı sebeplerden yazar. bazıları kendini anla(t)mak için bazıları diğerlerini anla(t)mak için...
her okur da farklı sebeplerden okur. bazıları kendini bulmak için bazıları da kaybetmek için.
benim yazmalarım, güzel yemekleri seven, zamanında bolca yemek kitabı karıştırmış birinin (yemek programlarındaki terimiyle) içine sevgisini katarak pişirdiği yemeklerden farksız. emrah serbes'in şuurdaki kör bölgelere karanlıkta yumruk sallamak için yazdığını ise (artık) biliyorum.
o, yumrukları sallarken,hem kendimi (içimde ağlayan o noktayı bulması gibi) bulup hem de kahkahalarla ka ka kaybediyorum. falan fıstık...
erken kaybedenleri tekrar okurken özellikle anneanne hikayesinde çok fazla kurşun (kalem)izi bıraktığımı fark ettim.
ulan dedim (ki kızlar genelde ulan demezler) neden bu çocuğa eline sağlık demiyorum?
eline sağlık emrah serbes pek güzel yazıyorsun.
afiyet oldum.
seni tanıdığıma da memnun.
21 Mart 2010 Pazar
sır
Hayat bir oyundur diyorlar. Doğru mu?
Her insan hayatında biraz ölmüştür.
Ben de öldüm.
Hayat bir oyunmuş. Oynamak için bile benzeyememişim onlara. Atılmışım. Olsunmuş. Benzemezsen benzeme demişler, hatta benzer misin, benzemez mi?
Canım yanmış. Yansınmış.
Fazlasından ağlarmışım dalgalar kadar. Dalgalarımda sürüklenirmişim. Kumsala vurup kızarmışım. Parçalanırmışım. Sonunda üstünden yürünen bir çakıl taşı olmuşum. Alınıp denize atılmak gibi başka bir dilde bir aşk ummuşum.
Bir Sırrım varmış. Susmuşum.
Şekli gizli çakıl taşları da ölümler kadar sır saklarmış.
Ben de her çakıl taşı kadar ölmüşüm.
Dalgalar yavaş ve hızlı, sürüklemiş sırrımızı.
Ölmüşüz. Ki bu zaten kolaymış.
Kız en güzel, en hafif giysisini giymiş. Oğlan renkli bi dünya boyamış. Çok ayıp olmuş.

sana büyük bir sır söyleyeceğim
korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden
pencerelere doğru akşam üzeri
el kol oynatışından
söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan
korkuyorum senden
sana büyük bir sır söyleyeceğim ,kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
sevgilim
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)