ekşiden seçki
son derece turistik bir film bence. hani türkiye'nin tanıtımında filan kullanılmak üzere çekilen cinsten. ama anadolu'yu anlatıyor mu filmdeki stilize görüntüler bütünü? bence kesinlikle hayır.
başlarken "metropol" diye sadece istanbul veriliyor. ama ne istanbul: pera festivali dönemindeki istiklal caddesi. yersen yani.
sonra anadolu'ya geçiyoruz. orası da sanki homojen bir coğrafya.
oradan oraya atlıyoruz ama nerede olduğunuzu, dinlediğiniz şarkının nece söylendiğini öğrenmek istiyorsanız filmin sonuna kadar bekliyorsunuz çünkü öyle açıklama yazıları filan yok.
görüntüler güzel evet ama anadolu böyle bir yer mi? sevimli teyzeler, komik amcalar, zenneler filan... bu kadar naif mi anadolu yoksa kendi ülkemize oryantalist bir gözle mi bakıyoruz. seyirci de bayılıyor böyle işlere yalan değil
filmin en sorunlu kısmını sona sakladım: müzik. ki müzik de aslında çıkış noktasıymış filmin.
yerel malzemeyi her türlü popüler, ticari işe malzeme olarak kullanabilirsiniz tabii. beğeniriz, beğenmeyiz ama söyleyecek bir şey yok.
fakat eğer "anadolu kültürünün korunması" vs. gibi bir derdiniz varmış gibi yapıyorsanız ki yapıyorsunuz o zaman hiç olmazsa o belgeselde müziğe bulaşmasaydınız da gerçekten bir "belgesel" değeri olsaydı en azından müzik açısından.
meander
Anadolunun Kayıp Şarkıları - Lost Songs of Anatolia
Yükleyen AnadolununKayipSarkilari. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler
Nezih Ünen'in seneler süren çalışmaları sonucunda! ortaya çıkardığı yapıtı, Anadolu'nun Kayıp Şarkıları hakkında bu kadar güzel eleştiri arasından ekşi sözlükten neden bu yorumu aldığımı düşünenleriniz olacaktır. Bu aslında oldukça eski bir hikaye. Doğumumdan beri yaşadığım.
İlk kez banka eğitiminde Ankara'dan geldiğimizi söyleyince eğitmenin "haa taşradansınız yani" cevabı üzerine, Anadolu'nun İstanbullularca taşra diye adlandırıldığını öğrenmiştim. Aslında taşra, bir ülkede başkent dışında kalan yerler için kullanılan bir terim olmasına rağmen Osmanlıdan kalma bir alışkanlık ve Konstantinapolis şımarıklığıyla, bazı İstanbullular Ankara'yı da içine katıp Anadolu'ya taşra demeyi uygun görüyorlardı. Bu filmin dili de bence temelde bu bakış açısına dayanıyor.
Taşralı bir kızım ben. Ankara'da doğup büyüdüm. Ki Ankara Anadolu'nun savaşmaktan ve çiğnenmekten yorgun düşmüş topraklarına ne uygun bir başkentti. Kurak, inatçı, zor... İnsanların elleri toprakları kadar çatlamış.
Türk tanışma adetleri (kanun/kuralları) kitabının ilk dört baba sorusundan biri olan
"Nerelisin?" e annem Kızılcahamamlı babam da Kayserili diye cevap verdiğimde gelen sorulardan biri siyah saçlarıma bakarak "Kürt müsün?" ya da "Hiç öyle görünmüyorsun. Sende Akdenizli havası var." olurdu.
Anadolu'da doğmak ve büyümek, bu toprakların insanı olmak basit birşeymiş ve sanki ben ondan biraz daha fazlasıymışım gibi söylenmiş bu sözlere kızgınlıkla bakardım.
Bu filmle ilgili yapılan yorumlarda da bunu sezdim. Sanki Anadolu'nun böyle bir müziği barındırması şaşırılası bir halmiş tavrı var. Ben de bu tavra oldukça şaşıyorum açıkçası. Nezih Ünen, müzikleri günümüz popüler sinema tekniğine uygun olarak efektlerle doldurmak gerekliliğini duymuş olmalı ki çıplak ses bulmak neredeyse imkansız. Entrüman ve insan sesinin çıplak dansını görmek olmalıydı sanki amaç. Sinema ilginç bir silah. İstediğiniz yerde görüntülerle, efektlerle, sözlerle topluca insanları güldürebilir, ağlatabilir, ya da neşelendirip, hüzünlendirebilirsiniz. Bu oryantalist duygu hipnozundan sıyrılıp Anadolu'ya insanıyla, türküleriyle, acılarıyla hakettiği ilgi gösterildiğinde bu film de amacına ulaşacaktır. Ama sonuç itibarı ile benim için dağ fare doğurdu.
Diyarbakır'ın sağ kulağından Burak Dikoğlu'nun kulağı çınlasın, bu yazdıklarımı okusa "Anadolu Candır" derdi.
Anadolu candır gerçekten. Arı bir ruhu vardır. O yüzden bana göre TRT2deki taşralı yönetmenlerin çektikleri Anadolu Belgeselleri bu kadar tanınmayacak olsalar da bu Osmanlı bakış açısına yeğdir.
Herkes, her gün en azından küçük bir şarkı duymalı , iyi bir şiir okumalı , hoş bir resim görmeli ve eğer mümkünse bir kaç mantıklı kelime söyleyebilmelidir. Goethe
13 Mart 2010 Cumartesi
12 Mart 2010 Cuma
ahh.ta.pot.

cumalardan bir cuma, cemreleri düşen baharın gelişine tomurcuklar kala, üstümde belden robalı siyah paltom, bebek sahilindeyim. bebekler gibi yürüyorum. bebeğin cuma akşamları için bile haddinden fazla karbon boyalı fonunda, aniden gelen açlık hissi gibi yanımda beliriveren süpermen soruyor;
bir burgere ne dersin bebek?
tanımadığım adamlarla burger yeme derdi annem, seni incitirler. ama bu adam süper ayrıca ne zaman annemin sözünü dinledim ki?
ağzımın kenarında nerden kaldığını bilmediğim rahatsız edici parçayı elimin kenarıyla silip, tamam diyorum. ortalama büyüklükte bir fare ailesi için bile dar klostrofobik bir dükkanda devasa köfteleriyle devasa burgerler ve asaların ucuna takılı anasonlu sosisler geliyor. süpermen halinden memnun. kriptonit bulamadığı zamanlarda birkaç dana da aynı işi görüyor demek ki.
ağzımın kenarında hala dışarı çıkmaya çalışan birşeyler var siliyorum, ama geçmiyor. düşününce öğürme hissi veriyor düşünmemeye çalışıyorum. öğünmek gibi olmasın ağzım sıkıdır ve sımsıkı yumuyorum.
Octopus from steve morel aka ekion on Vimeo.
nasıl sevdin mi,nefis bir tat değil mi? diye soruyor sivit-şortlu süpermen. burgerden beklediğim bu değil aslında ama pot kırmamak için ne anlama geldiği belirsiz bir ahh çekiyorum.değişik gerçekten. diye bir yanıt veriyorum ağzımın kenarından dışarıya çıkmaya uğraşan her neyse'yi içerde tutmaya çalışarak.
allahtan mekan karanlıkvari bir loşlukta ve kapı ağzında, küçücük masaya düşen süpermenle benim dikkatimizi durmaksızın açılan kapı dağıtıyor. boğazımdan dilimin ucuna uzanan bu pot böylece far kedilmiyor. yarım adet dananın 9 ve 10 numaralı en lezzetli ikinci kısımlarından oluşan burgeri bitiremiyorum. gözümün önüne burger ekmeği arasında mööleyen bir dana geliyor.
yürüyüş yapalım diyorum zencefilli ve anasonlu sosis kokusunu dağıtmak için. diğer günleriyle kıyaslayacak kadar tanımasam da süpermen oldukça neşeli bir gününde ya da ben fazla sessiz olduğumdan kendini konuşmak zorunda hissediyor. saksafon çalan adamlardan, yayaların şaşalanmasından, tekne fiyatlarınına ve masraflarına katlanamayan spor spikeri reflekslerinin tokat sucuklarına etkisinden bahsediyor.
bense dalgalarda bıraktığı izi dinleyip, sesi koklayarak, boğazı yararak geçen kocaman şilebe bakıyorum.
dudaklarımın kenarından, rahatsız edici incecik ahtapot kolları uzanıyor...
bitiremediğim yarım inek hamburgerle, bir sandal cesedinin kafatasına yuva kurmuş fare ailesini besliyorum. su kabını kullanmak isteyen iki koca köpeğe kabını cengaverler gibi korkusuzca savunan kediye tezahurat yapıyorum ve karanlık kilise bahçelerinde göremeden ezdiğim zavallı salyangozun çıtırtısıyla sıçrıyorum. fare ailesinin selamını alıyor, aldığım selamı kediye veriyor, yediğim danaya ve salyangoza ahımı sunuyorum üzüntüyle...
rehavet çöküyor. biz yaz geldiğini sanan kolsuz bluzlü, fırfırlı etekli ve rugan ayakkabılı kızı görene kadar yürümeye devam ediyoruz.
bebek ruhu, iyi niyetime istinaden bir istinat duvarına yasladığı evrenin en muhteşem manolya ağacının çiçek pembesinden sürüyor yanaklarıma. pazar gündüz yine gel küçük kız diyor. bu sadece bir kaç günlük bir pembe. sakın kaçırma!
benimse ağzımın içinde kaçmak bilmeyen bir ahtapot. kıvranıyor. dudaklarım kilitli. açmamaya çalışıyorum. belki de ahtapot yüzünden gece boyu durmaksızın yeni bir sigara yakıyorum. sonunda sigaraların dumanları, manolyaların pembeleri, salyangozların kabukları, farelerin kuyrukları ve dahi kilise bahçeleri bile uyuyor. uçmaya üşenen süpermenle başbaşa kalıyoruz.
ben de kaçayım artık diyor süpermen.
süpermenin kaçtığını sanmazdım diye düşünüyorum. uçmasını ve beni de kollarına alıp uçurmasını beklememe rağmen ağzımı açıp birşey söylemiyorum. eğer açarsam o koca ahtapotun kafası fırlayacak ağzımdan.
susuyorum. ben sustukça gözlerim benden daha beter susuyorlar.
boğazı yırtan panama bandıralı bir şilep sesi dalgalarda.
boğazımdan dudaklarıma ahtapotlar taşıyor...
üstümde belden robalı siyah paltom ve cumalardan bir cumanın son tomurcukları.
bebekler gibi uykuya yürüyorum.
oyunları zorla bitmiş çocuklar şarkılar söyleyerek dağılıyorlar;
Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine...
Coldplay - We Never Change .mp3 | ||
![]() | ||
![]() | Found at bee mp3 search engine | ![]() |

10 Mart 2010 Çarşamba
seçmece
Yanyana iki salıncakta, elele tutuşan aşıklar gördük.
-İzle, dedi.Birinden biri mutlaka hızlanacak.
Dediği oldu ve bir süre sonra birtanesi daha hızlı sallanmaya başladı.
-Şu an eminim kolları çok acıyor.
-Ee? dedim.
-İzlemeye devam et.Birazdan elleri ayrılacak.
Yine dediği oldu ve elleri ayrıldı.
-Aşk bunun gibi bir şey işte, dedi.
Yutkundum sonra.
-İzle, dedi.Birinden biri mutlaka hızlanacak.
Dediği oldu ve bir süre sonra birtanesi daha hızlı sallanmaya başladı.
-Şu an eminim kolları çok acıyor.
-Ee? dedim.
-İzlemeye devam et.Birazdan elleri ayrılacak.
Yine dediği oldu ve elleri ayrıldı.
-Aşk bunun gibi bir şey işte, dedi.
Yutkundum sonra.
8 Mart 2010 Pazartesi
göbek
her akşam olduğu gibi şunu da yapayım bunu da yapayım diyerek yatmam gereken saatten geç yatıp, sabah da beş dakika daha diyerek uyanmam gereken saatten geç kalktım. sporu bırakmamakta kararlıyım. o göbek eriyecek!
sabah metrobüs o kadar kalabalıktı ki kadının birinin saçı ağzımdaydı, adamın birinin göbeği dirseğimde. biri bacaklarını bacaklarımın arasından uzatmıştı. bir sürü boyun kokusu, yanak yumuşaklığı, göbek ve kalçadan oluşan bir bataklığın içine çekiliyor gibiydim. göbek fikri zaten pek karıncayuvasıvari hisler uyandırıyordu.
ve inatla kitap okuyodum ayakta. anlayacağınız toplu bir sex partisinin göbeğinde kalmış kırmızı başlıklı kız gibiydim.
hadi bakalım hayırlısı.
4 Mart 2010 Perşembe
beklerken
son zamanlarda bana beck le mek diyorlardı dostum. siz de öyle diyebilirsiniz. oysa daha ne beklediğimi bile bilmiyordum. içine hapsolduğum dumanvari duvarların dağılmasını bekliyor olabilirdim. o duvarların içinden kendimi, ciğerlerden uzun süren öksürüklerle atılmış balgamlar gibi dışarı attığımda, kafamı yukarı kaldırıp kesif gri ıslaklıktaki bulutlara bakıyor ve maviliklerinin arasından sızacak bir gün ışığına hasret çekiyor da olabilirdim.
tespih çeker gibi sırayla anları, imameye geldiğimde de "ya sabır" çekip ve bir tur daha bekliyor bile olabilirdim. aslında; ne olursa olsun ertelemeden, üşenmeden ve vazgeçmeden yönü ve saati belirsiz bir otobüs durağında, gelip gelmeyeceği bile belli olmayan bir otobüsü bekliyor gibi bekliyordum. beklemek zor iştir. dışardan bakıldığında tek bir eylem gibi görünse de zihnin en çalıştığı zamanlardır beklediğiniz zamanlar. tuvalette aklınıza gelen fikirlerin siz neyi beklerken geldiğini bir düşünün!
beklemekten yorgun düşmüş gözkapaklarıma sızan uykuya yenik düşmeye direnerek uyandığımda uzun süre bekleme bulanıklığında gören gözlerime göre kafası sıklamen çiçeği şeklinde gövdesi pan bir kadın duruyordu yanımda.
gözlerim ne derece güvenilirdi ki?
ya gördüklerim?
peki ya!
görmediklerim?
sıklamen pembesi dudaklarıyla kadın;
emri vakiye giden otobüsler buradan mı geçiyor? diye sordu.
gel gelelim kafası sıklamen pembesi bir kadın ne kadar güvenilirdi? hele keçi ayaklarıyla bir yandan dans ediyorsa. bu kadar uzun beklemekten öğrendiğim bir şey varsa ; güvenmediğim babam değil, gözlerim olsa onları bile umursamayacağımdı.
vaki neyse de emrinin şu otoriter halleri beni deli ediyor kuzum diye yanıtladım aslında keçi olduğunu göz ardı ederek. ardı ardına, umarsızca ve belki beklemekten kaynaklı biraz hayasızca devam ettim. ben kaç zamandır bekliyordum o da birazcık beklesindi canım!
onlar üç kardeş aslında biliyorsunuz değil mi? emri, baki ve veli. vaki derler ama asıl adı bakidir. vak vak baki derdik. vak vak deyince tiki tuttuğu ve bayıldığı için çocukken çok uğraşırdık. çocuklar pek zalim olurlar. büyüdükçe bunun farkına bakıp sonradan bakiye çevirdik.
beklediği cevabı alamadığından olsa gerek kadının sıklamen rengi saçları tekme yenmiş hayalar gibi buruşup kuruyarak döküldüler, keçi ayaklarıysa gövdesiyle koşarak uzaklaştı. kaçarken elindeki yan flütü demirlere sürterek tııııııırrrrrrtttttt diye bir ses çıkarıyordu. bense bu duruma ve kadının buruşuk kocaman ağız şeklindeki boşluğundan çıkmaya çalışan homurtuya aldırmadan devam ettim.
aslında başlarda ben de muhtemelen sizin de sandığınız gibi veli'yi ali'nin kardeşi sanıyordum. yani kırkdokuz teyzeyle elli amcanın oğulları. bebeklikten beri arkadaşımdır onlar. bebekte büyüdüm zaten. bizim oraların en sevdiğim özelliği agop amcanın da, hadise teyzenin de, nuri amcanın da birbirleriyle kaynaşmış olmasıdır. şimdi bebek deyince üstün.körü ünlülerin hatırlanması ne garip. oysa o semtin kendine has bir mozaiği vardı ki bambaşkaydı. mozaik demişken mozaik pastayı pek severim, ziyadesiyle de aşureyi. kırkdokuz teyzenin aşuresi pek meşhurdu. elli amcanın da okeye dönmesi. okey?
yaprakları çürüdüğünden kurtçuklara ve cevap veremeyen kemirdikleri sıklamen kadına aldırmadan susup beklemeye devam ettim.
karşı kaldırımda kaldırım taşının yanındaki mazgala dikkatle bakan kediye takıldı gözüm. kedileri severdim. çizmeli kedi de, alice'in sırıtkan kedisi de, en yerel ünlü kedi coka'nın püskülü de ilginç karakterlerdi mesela. kedilere pisipisi köpeklere kuçu kuçu diye seslenmek daha ilginçti aslında. yine de bu durumu fazla sorgulamadan nizami bir şekilde pisipisi diye seslendim kediye, beklememi oturduğum bankın yanına bırakarak. kedi gözlerini kaldırıp şaşkın gözlerle bana baktı. kadının tersine hiç ses çıkarmadı. sadece ilgiden rahatsız olmuş gözleri uzun uzun sordu:
"ne bakıyosun?"
o benden daha sabırsız olmalıydı ki beklemekten çabucak sıkılıp mazgal kapağından aşağı bakmaya devam etti. neye bakıyor olabileceğini düşündüm.
büyük ihtimalle bir fareydi baktığı. (olasılık: %85)
daha ufak olasılıklarla; kertenkele (değer: %9),
eşek arısı (değerse yakar: %6)
ya da de şıkkı; diğer (değmez: %2.5) olabilirdi.
etrafımda eşşek arıları misali uçuşan sayıları elimin tersiyle kovalayıp sıklamen rengi kadının kafasını yiyen kurtcukları kelebek sandığım, ama eşşek arısı olabileceklerini hiç düşünmediğim aklıma geldi. bunlar olurken beklemek hissi sıkıntıyla ayaklarını yere vuruyordu bıraktığım yerde. beklemek bekletilmezdi. o gittikçe artan bir sinirle ayaklarını yere vurmaya devam etti. bense beklemenin sakin ve uykulu olanını sevdiğimi düşündüm. ona dönmeye çalıştım ama sinirle ayaklarını vurdukça üzerinde bulunduğum kaldırımı dalgalandırıyor, karşı kaldırımla aramdaki mesafe uzuyor ve mazgaldan kaynayan kırmızı sıvıdan oluşmuş nehirde vapur seferleri düzenleniyordu. kafamda UB40'den red red wine çalmaya başladığında beklemeyi bırakıp tekrar kediye seslendim.
pisipisipisi... sisi... pis. i.
kedi biraz önceki kadar şaşkın ama daha sinirlisi bakışlarıyla hiç ses çıkarmadan sordu:
"ne bakıyosun? hey bana seslenen! neye bakıyosun? NEYE? söylesene! "
beklemeye sabrı olmayan kedi hemen başını önüne eğip mazgalda baktığı şey neyse ona bakmaya devam etti. belki de orada baktığı şeye de durmaksızın aynen öyle diyordu gözleri;
"ne bakıyosun?"
delikten fışkıran kırmızı sey'in farkında bile değildi. ub40'nin kırk haramileri kılı yararak sürüklendikleri kızıl saçlar misali nehrin içinde şarkı söylenip sallanarak gözden kayboldular.
sıklamen kadın çürümüş, arılar sayılar ve yüzdelerle uçup gitmişlerdi.
otobüssüz bir otobüs durağı ve ben, bekleyişim ve arkadaşı sıkıntı, kızıl saçlar ve arasında dolanan vapurların vakur düdükleri kalmıştı ortada. bir süre sonra herkes birbirini kanıksadı ve sessizce haleti ruhiyemizin gün batışını seyretmeye daldık.
Mango Kızın Evrilmesi
bu ahvah içinde çok şeraitli bir refleksle, yeni moda otobüs duraklarına konan, yeni moda markalardan birinin reklamına takıldı gözüm. reklam panosundaki koca dudaklı kadın üzerindeki ufacık haki şort elbisesi ve ona uyan hakileştirilmiş gözleriyle, belindeki kahverengi kemeri ve ona uydurulmuş uyduruk saçlarıyla uzanırmışcasına son zamanlarda pek moda olan bir pozla donmuştu. göz göze geldiğimizde saçlarını demode bir tavırla geriye doğru atıp;
evrimin bittiğini mi sanıyorsun? dedi.
Evrimini tamamladığını düşündüğünden neredeyse emin olduğum o ünlü artizden böylesi bir soru duymak beni şaşırtmıştı.
hayır. ruhun cinsiyeti olmadığını sanıyorum daha çok diye yanıtladım kadının lümpen saçlarından gelen kışırtılara bakarken çekirge sürüsü olmalı diye düşünüyordum. insan giyinip kuşanmak için para kazanan tek hayvandır! diye fısıldarken cesare kulağıma, kadın;
beklemek bana göre değil bekletmek belki dedi omuzlarını kaldırıp bekleyişimi küçümseyici bir tavırla. o sırada gözlerinden kanatlarını hışırdatarak dökülen çekirge sürüsü sortumsu elbisesine yayılmış ve kemirmeye başlamıştı.
gene de bir iştir beklemek, bekleyecek birşeyi olmamaktır korkunç olan demiş cesare paves. ki ben kendisine kendimi pek yakın hissetmişimdir. çoğu kişinin galatasarayın ünlü santraforu hakan şükürle bildiği torinoda, yaşadığı aşk acılarının ağırlığına dayanamayarak, bütün notlarını yok edip 21 adet uyku hapıyla uyuyayazmıştı ki aşkın kendi de bir uyku halidir bana kalırsa. söylenene göre edebi kariyerinin doruğunda olmasına rağmen özel hayatı karışıktı cesare'ın, ki aşk zaten karışıklık demektir. Sonu olmayan aşk ilişkileri onu bunaltmıştı der bazıları ki aslında aşkın sonu yoktur... diye konuşuyordum çekirgelerin kanatlarına bakarak. ki çekirgelerin kanatlarından iğrendiğim an bu gereksiz sohbetin nereye gideceğini düşünmeye başladığım anla aynı zamana denk geliyordu.
ossırada akşamüstü maviliğinde, semadan, genişlemiş omuzlarından yeni yeni çıkmış kanatlarını hışırdatarak durağa inen çakır keyif gözlü, laylon sakallı bir adam dans ederek boynuma sokuldu. dudaklarından dökülen telsiz sesinin cızırtılarında;
aralık kapıdan kararsız rüzgara! kığğğğttt. gel hadi. kığğğğğtttt.. öyle bir gel ki kığğğtttt... çığlıklar atalım. çığlık olalım. bizen gayrı herkes bizi martı sansın. kığğğğttt. tamam. sesi yükseldi. boynumun kumsallarına vuran bu gayrı resmi teklifin dalgalarıyla kendimden geçtiğimde gözlerim ehli keyif bir çift mavi göze uyandı. soran, önce gözlerle sonra dudaklarla;
günaydın. çok beklettim mi? dedim.
yoo dedi gülümseyerek. senin uyanmanı beklemek çok keyifli. ne görüyordun rüyanda?
yeni uyanmış bir kedi kadar keyifle gerinerek mırıldandım.
hiiç..seni beklediğimi.
1 Mart 2010 Pazartesi
get the blue's

dance in blue's
yine kalkamadım kurduğum saatte
oyalandım durdum kıyafetlerle boş yere
üç farklı elbise değiştirdim
sonunda karar kıldım kot etekte
durağa gittiğimde otobüs yeni gelmişti
eteğime aldırmayıp koştum yetiştim son anda
yapı dergisi okuyan bir adamın yanına oturdum
otobüs homurtuyla kalktığında
kadıköy yerine beşiktaşa gidene binmişim
çok geç olmuştu anladığımda
muavinin yanına gittim hemen
metrobüse binecektim dedim ben
elindeki gazeteyi hışırdatarak yanıtladı
dedi; çok geç, ancak köprüden önceki durakta inersen
boğaz trafiği, yol tıkabasa doluydu
mümkün değil yetişemezdim
işe başlama saatim dokuzdu
derin bir nefes alıp oturdum
başladım beklemeye
trafik tam bir işkenceydi
metrobüsler geçiyordu neşeyle
biraz bekledikten sonra bir metrobüs durağı gördüm
şöförün kulağına eğilip
dedim; insem geçebilirmiyim köprüden sizce
şöför bana duvarı ve telleri önerdi!
sakin olmalıydım ama fırladı kanım beynime
durağa yaklaştığında gördüm bir adamı
attı teller arasındaki boşluktan adımını
tamam dedim geçen biri var ineyim
açtı şöför bıkmış bir tavırla otobüsün kapısını
tellerin arasından kelebekler misali geçtim
ilk gelen sıkışık metrobüse bindim
mecidiyeköye şurda ne kaldı ki dedim içimden
geçtim sarılmış sevgililerin içinden
aklım uzanamadığım çantamdaki kitapta kalmıştı
neyse ki metrobüs yolu hep açıktı
zincirlikuyuda boşaldı metrobüsün yarısı
mecidiyeköye vardığımda mesaiye beş dakika vardı
Tanrıya şükürler olsun Pazartesileri yaratmıştı
Sendromunu da ardına takmıştı
Geç kaldı herkes uyanamamış suratlarla
Kahvemi alıp masama oturduğumda
Blues çalmaya başladı
23 Şubat 2010 Salı
22 Şubat 2010 Pazartesi
hissikablirücu
bak, bir insan akıllıysa korkma ondan...
ama, hem akıllı hem de sana güvenmiyorsa, o zaman korkacaksın işte...
ama, hem akıllı hem de sana güvenmiyorsa, o zaman korkacaksın işte...
16 Şubat 2010 Salı
Önde zeytin ağaçları, arkasında yar, Sene 1976, Mevsim; Sonbahar.
http://fizy.com/s/1b3gl3
Bu sabah makyaj sırasında Gülişle ilk aşklardan bu yana ne çok yol kat ettiğimizden konuşuyorduk. Gelinen onca yola rağmen ilk aşkın saflıklarını hala ne kadar sevdiğimizi... Metrobüste de liseli görünümlü iki ortaokul öğrencisi birbirlerine ilk aşklarını anlatınca, bu bir işaret diyerek, hazır inmeme 20 dakika varken ve yer de kapmışken oturup ilk aşkımı düşündüm... En eski, en ilk, en saf aşkım kimdi acaba?
Aşk kalp çarpıntını duyduğun ve kalbini hatırladığın anlardır.
İlk kez kız arkadaşlara aşktan bahsettiğimde ortaokuldaydım. Sıradan bir tenefüste Oğuzhan'ı okulun bahçesinde görünce etrafındaki herkes ve herşey silinmişti. Sadece o kalmıştı görüş alanımda. Belki sadece tansiyonum düşmüştü ama ben aşk sanmıştım. Tenefüslerde ilk çıkma teklifimi heyecanla beklediğim ve kız arkadaşlarıma anlatabildiğim ilk aşkım Oğuzhan olsa da ondan sonra olduğu gibi ondan önce de aşık olmuştum.
İlkokul beşinci sınıfta sıra arkadaşım Davut vardı mesela. Çok zeki bir çocuktu. Mavi gözler, sarı saçlar, durmadan konuşan dudaklarla oynayan kırmızı yanaklar. Ona aşık olduğumu hiç bilmedi. Hiç bilmeyecek. Aklına bile gelmeyecek. Eminim. Onu yanıma; ben yaramaz, o ise çalışkan olduğu için oturtmuşlardı. Ama o beni kendine değil ben onu kendime benzetmiştim. Bana rağmen Anadolu Lisesini kazanmayı başarmasını tebrik etmek gerek. O kadar çok dalga geçtim ki onla. Düşük bir ihtimal ama bir gün beni hatırlarsa, hatırlayacağı şey onunla dalga geçişlerim olacaktır. Ona dair hayallerimi ve o dalgaların aslında o hayalleri sakladığını bilemeyecek. Ne bileyim işte o zamanlar aşkı öyle birşey sanıyordum belki de.
Daha eskilere gittiğimde, anaokulundaki Doğu geliyor aklıma. Sarıayazı kumral saçları, yeşil gözleriyle tüm insanlığın sevimlilik kriterlerinin doğuş noktası gibiydi. İngiltereden yeni gelmişti. Beatles saçının ne olduğunu anaokulunda öğrenmiştim böylece. Bahçedeki oyun saatlerinden uyumak için içeri girerken ikili sıra olunur, bir kız bir erkek el ele tutuşulup içeri girilirdi. Bütün kızlar Doğu'nun elini tutmak isterlerdi. Bir gün kızlar onun için kavgaya tutuştular. O da benim yanıma gelip elimi tutarak "Ben artık Pınarla gidicem içeri" dedi.
Vay anasını havaya bak. Uyku saatinde yataklarında huzursuzca dönen kızların arasında, yandan muzır gülümseyişiyle ben. O zamanlar çok da önem vermemiştim. İçeri girerken kızlardan, sümüğünü yemeyi sevenle ilgili birşeyler anlatıp güldürmüştüm Doğu'yu. (O kızın bir fotoğrafı da mevcut bende. Doğumgünümde çekilen iki fotoğrafta da sümüğünü yediğini tespit edebiliyorsunuz. Bu da başka bir hikaye konusu sanırım.) Ne yazık ki çok kalamadı. Ertesi hafta gelmedi. İngiltere'ye anneannesinin yanına geri döndüğünü konuşuyordu kızlar aralarında.
Aşk biraz baş dönmesi biraz hışımdır.
Daha geriye gitmeye çalışırken birinin kulaklığından dışarı taşan Erol Evgin'in Deli Divane'sini duyunca farkında olmadan sese doğru baktım.
Evet işte! Benim yaşımdaki çoğu kızın ilk aşkıydı Erol Evgin. Annemle babam çalıştığından anneannem bakardı bana. Bakardı denemez pek aslında. Sadece bezgin bir halde sorun çıkarmadan akşamı sağlamaya çalışırdı kadıncağız. En uslu olduğum saat radyoda dinleyici isteklerinin yayınlandığı saatlerdi. Radyoda Erol Evgin'in çıkmasını beklerdim aslında. Çıktığında da mutlulukla; boynuma taktığım anneannemin tespihleri, belime bağladığım başörtüleri ve dudağıma sürdüğüm mumlarla ayna karşısında
"Seni kara saplı bıççak gibi sineme sapladılar" şarkısını söylerken elimi tiyatral bir el hareketi ile kalbime götürürdüm. Devamında kendi etrafımda dönerken başörtülerden eteklerimin de dönüşüne bakardım.
"değirmen misali döner başım. sevda değil bu bir hışım..."
Erol Evgin'in se'lere ve re'lere basarak söylediği şarkılarla, ona aşık olduğumu sanırdım.
Sonraları çoğu arkadaşımın da Erol Evgin'e aşık olduğunu ve o saçların peruk olduğuna inanmak istemediklerini öğrenmiştim. Benim gibi. İlkokulda bunu tenefüste bana ilk kez dalga geçerek söyleyen kızı güzelce dövdüğümü hatırlıyorum. Kızı elimden alıp götürürlerken bir yandan salya sümük ağlıyor bir yandan da "Erol Evgin kel işte. Anladın mı? KEL! " diye bağırıyordu. Elbette ona inanmadım.
Oğlu da şarkıcı olana kadar!
Metrobüstekiler kendi kendine düşünüp gülen bu kıza alıştıklarından gülümseyişimi sağ yana rahatça salarak inerken ıslıkla çalıyordum.
Değirmen misali döner başım, sevda değil bu bir hışım...
Bu sabah makyaj sırasında Gülişle ilk aşklardan bu yana ne çok yol kat ettiğimizden konuşuyorduk. Gelinen onca yola rağmen ilk aşkın saflıklarını hala ne kadar sevdiğimizi... Metrobüste de liseli görünümlü iki ortaokul öğrencisi birbirlerine ilk aşklarını anlatınca, bu bir işaret diyerek, hazır inmeme 20 dakika varken ve yer de kapmışken oturup ilk aşkımı düşündüm... En eski, en ilk, en saf aşkım kimdi acaba?
Aşk kalp çarpıntını duyduğun ve kalbini hatırladığın anlardır.
İlk kez kız arkadaşlara aşktan bahsettiğimde ortaokuldaydım. Sıradan bir tenefüste Oğuzhan'ı okulun bahçesinde görünce etrafındaki herkes ve herşey silinmişti. Sadece o kalmıştı görüş alanımda. Belki sadece tansiyonum düşmüştü ama ben aşk sanmıştım. Tenefüslerde ilk çıkma teklifimi heyecanla beklediğim ve kız arkadaşlarıma anlatabildiğim ilk aşkım Oğuzhan olsa da ondan sonra olduğu gibi ondan önce de aşık olmuştum.
İlkokul beşinci sınıfta sıra arkadaşım Davut vardı mesela. Çok zeki bir çocuktu. Mavi gözler, sarı saçlar, durmadan konuşan dudaklarla oynayan kırmızı yanaklar. Ona aşık olduğumu hiç bilmedi. Hiç bilmeyecek. Aklına bile gelmeyecek. Eminim. Onu yanıma; ben yaramaz, o ise çalışkan olduğu için oturtmuşlardı. Ama o beni kendine değil ben onu kendime benzetmiştim. Bana rağmen Anadolu Lisesini kazanmayı başarmasını tebrik etmek gerek. O kadar çok dalga geçtim ki onla. Düşük bir ihtimal ama bir gün beni hatırlarsa, hatırlayacağı şey onunla dalga geçişlerim olacaktır. Ona dair hayallerimi ve o dalgaların aslında o hayalleri sakladığını bilemeyecek. Ne bileyim işte o zamanlar aşkı öyle birşey sanıyordum belki de.
Daha eskilere gittiğimde, anaokulundaki Doğu geliyor aklıma. Sarıayazı kumral saçları, yeşil gözleriyle tüm insanlığın sevimlilik kriterlerinin doğuş noktası gibiydi. İngiltereden yeni gelmişti. Beatles saçının ne olduğunu anaokulunda öğrenmiştim böylece. Bahçedeki oyun saatlerinden uyumak için içeri girerken ikili sıra olunur, bir kız bir erkek el ele tutuşulup içeri girilirdi. Bütün kızlar Doğu'nun elini tutmak isterlerdi. Bir gün kızlar onun için kavgaya tutuştular. O da benim yanıma gelip elimi tutarak "Ben artık Pınarla gidicem içeri" dedi.
Vay anasını havaya bak. Uyku saatinde yataklarında huzursuzca dönen kızların arasında, yandan muzır gülümseyişiyle ben. O zamanlar çok da önem vermemiştim. İçeri girerken kızlardan, sümüğünü yemeyi sevenle ilgili birşeyler anlatıp güldürmüştüm Doğu'yu. (O kızın bir fotoğrafı da mevcut bende. Doğumgünümde çekilen iki fotoğrafta da sümüğünü yediğini tespit edebiliyorsunuz. Bu da başka bir hikaye konusu sanırım.) Ne yazık ki çok kalamadı. Ertesi hafta gelmedi. İngiltere'ye anneannesinin yanına geri döndüğünü konuşuyordu kızlar aralarında.
Aşk biraz baş dönmesi biraz hışımdır.
Daha geriye gitmeye çalışırken birinin kulaklığından dışarı taşan Erol Evgin'in Deli Divane'sini duyunca farkında olmadan sese doğru baktım.
Evet işte! Benim yaşımdaki çoğu kızın ilk aşkıydı Erol Evgin. Annemle babam çalıştığından anneannem bakardı bana. Bakardı denemez pek aslında. Sadece bezgin bir halde sorun çıkarmadan akşamı sağlamaya çalışırdı kadıncağız. En uslu olduğum saat radyoda dinleyici isteklerinin yayınlandığı saatlerdi. Radyoda Erol Evgin'in çıkmasını beklerdim aslında. Çıktığında da mutlulukla; boynuma taktığım anneannemin tespihleri, belime bağladığım başörtüleri ve dudağıma sürdüğüm mumlarla ayna karşısında
"Seni kara saplı bıççak gibi sineme sapladılar" şarkısını söylerken elimi tiyatral bir el hareketi ile kalbime götürürdüm. Devamında kendi etrafımda dönerken başörtülerden eteklerimin de dönüşüne bakardım.
"değirmen misali döner başım. sevda değil bu bir hışım..."
Erol Evgin'in se'lere ve re'lere basarak söylediği şarkılarla, ona aşık olduğumu sanırdım.
Sonraları çoğu arkadaşımın da Erol Evgin'e aşık olduğunu ve o saçların peruk olduğuna inanmak istemediklerini öğrenmiştim. Benim gibi. İlkokulda bunu tenefüste bana ilk kez dalga geçerek söyleyen kızı güzelce dövdüğümü hatırlıyorum. Kızı elimden alıp götürürlerken bir yandan salya sümük ağlıyor bir yandan da "Erol Evgin kel işte. Anladın mı? KEL! " diye bağırıyordu. Elbette ona inanmadım.
Oğlu da şarkıcı olana kadar!
Metrobüstekiler kendi kendine düşünüp gülen bu kıza alıştıklarından gülümseyişimi sağ yana rahatça salarak inerken ıslıkla çalıyordum.
Değirmen misali döner başım, sevda değil bu bir hışım...
15 Şubat 2010 Pazartesi
gri korsan
Bu sabah metrobüse giderken, Kadıköy Belediyesi'nin bahçesinde, çalılıkların arasında sabah telaşındaki insanları izleyen gri bir yastık kedisi gördüm. Pisi pisi diye çağırdım. Hemen geldi. O kadar sevimli bir suratı vardı ki güldüm farkında olmadan. Yüzünün yarısında korsan gibi ya da maske gibi bir grilik vardı. Konuşur gibi miyavlayarak cevapladı pisipisimi. Yemek için çağırdığımı sandığından ön ayaklarını duvara koyup kafasını uzatıp elime baktı. Avucumda birşey göremeyince, kınayan bir bakış fırlatıp gitti. Anladığım kadarıyla şöyle bir konuşma geçti aramızda;
pınar: gel pisi pisi pisi...
gri kedi: aa... merhaba. yemek mi verceksin bana?
pınar: sen ne kadar güzelsin öyle?
gri kedi: (patiler duvarda, kafa uzanmış) göremiyorum ki? elinde ne var bakayım bi, ne vereceksin?
pınar: korsaan.. ama, ne kadar güzelsin sen.
gri kedi: amayaavv elin boş be ablacım!
olmaz ki böyle!
bu karizmayla beni duvarlara tırmandırıyorsun. madem elin boş, neden kedi çağırıyorsun?
neyse yine de sevdim seni.
bi dahakine boş gelme ama.
hadi çav
hatta mi-yavv
pınar: gel pisi pisi pisi...
gri kedi: aa... merhaba. yemek mi verceksin bana?
pınar: sen ne kadar güzelsin öyle?
gri kedi: (patiler duvarda, kafa uzanmış) göremiyorum ki? elinde ne var bakayım bi, ne vereceksin?
pınar: korsaan.. ama, ne kadar güzelsin sen.
gri kedi: amayaavv elin boş be ablacım!
olmaz ki böyle!
bu karizmayla beni duvarlara tırmandırıyorsun. madem elin boş, neden kedi çağırıyorsun?
neyse yine de sevdim seni.
bi dahakine boş gelme ama.
hadi çav
hatta mi-yavv
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)