16 Şubat 2010 Salı

Önde zeytin ağaçları, arkasında yar, Sene 1976, Mevsim; Sonbahar.

http://fizy.com/s/1b3gl3

Bu sabah makyaj sırasında Gülişle ilk aşklardan bu yana ne çok yol kat ettiğimizden konuşuyorduk. Gelinen onca yola rağmen ilk aşkın saflıklarını hala ne kadar sevdiğimizi... Metrobüste de liseli görünümlü iki ortaokul öğrencisi birbirlerine ilk aşklarını anlatınca, bu bir işaret diyerek, hazır inmeme 20 dakika varken ve yer de kapmışken oturup ilk aşkımı düşündüm... En eski, en ilk, en saf aşkım kimdi acaba?

Aşk kalp çarpıntını duyduğun ve kalbini hatırladığın anlardır.

İlk kez kız arkadaşlara aşktan bahsettiğimde ortaokuldaydım. Sıradan bir tenefüste Oğuzhan'ı okulun bahçesinde görünce etrafındaki herkes ve herşey silinmişti. Sadece o kalmıştı görüş alanımda. Belki sadece tansiyonum düşmüştü ama ben aşk sanmıştım. Tenefüslerde ilk çıkma teklifimi heyecanla beklediğim ve kız arkadaşlarıma anlatabildiğim ilk aşkım Oğuzhan olsa da ondan sonra olduğu gibi ondan önce de aşık olmuştum.

İlkokul beşinci sınıfta sıra arkadaşım Davut vardı mesela. Çok zeki bir çocuktu. Mavi gözler, sarı saçlar, durmadan konuşan dudaklarla oynayan kırmızı yanaklar. Ona aşık olduğumu hiç bilmedi. Hiç bilmeyecek. Aklına bile gelmeyecek. Eminim. Onu yanıma; ben yaramaz, o ise çalışkan olduğu için oturtmuşlardı. Ama o beni kendine değil ben onu kendime benzetmiştim. Bana rağmen Anadolu Lisesini kazanmayı başarmasını tebrik etmek gerek. O kadar çok dalga geçtim ki onla. Düşük bir ihtimal ama bir gün beni hatırlarsa, hatırlayacağı şey onunla dalga geçişlerim olacaktır. Ona dair hayallerimi ve o dalgaların aslında o hayalleri sakladığını bilemeyecek. Ne bileyim işte o zamanlar aşkı öyle birşey sanıyordum belki de.

Daha eskilere gittiğimde, anaokulundaki Doğu geliyor aklıma. Sarıayazı kumral saçları, yeşil gözleriyle tüm insanlığın sevimlilik kriterlerinin doğuş noktası gibiydi. İngiltereden yeni gelmişti. Beatles saçının ne olduğunu anaokulunda öğrenmiştim böylece. Bahçedeki oyun saatlerinden uyumak için içeri girerken ikili sıra olunur, bir kız bir erkek el ele tutuşulup içeri girilirdi. Bütün kızlar Doğu'nun elini tutmak isterlerdi. Bir gün kızlar onun için kavgaya tutuştular. O da benim yanıma gelip elimi tutarak "Ben artık Pınarla gidicem içeri" dedi.
Vay anasını havaya bak. Uyku saatinde yataklarında huzursuzca dönen kızların arasında, yandan muzır gülümseyişiyle ben. O zamanlar çok da önem vermemiştim. İçeri girerken kızlardan, sümüğünü yemeyi sevenle ilgili birşeyler anlatıp güldürmüştüm Doğu'yu. (O kızın bir fotoğrafı da mevcut bende. Doğumgünümde çekilen iki fotoğrafta da sümüğünü yediğini tespit edebiliyorsunuz. Bu da başka bir hikaye konusu sanırım.) Ne yazık ki çok kalamadı. Ertesi hafta gelmedi. İngiltere'ye anneannesinin yanına geri döndüğünü konuşuyordu kızlar aralarında.

Aşk biraz baş dönmesi biraz hışımdır.

Daha geriye gitmeye çalışırken birinin kulaklığından dışarı taşan Erol Evgin'in Deli Divane'sini duyunca farkında olmadan sese doğru baktım.
Evet işte! Benim yaşımdaki çoğu kızın ilk aşkıydı Erol Evgin. Annemle babam çalıştığından anneannem bakardı bana. Bakardı denemez pek aslında. Sadece bezgin bir halde sorun çıkarmadan akşamı sağlamaya çalışırdı kadıncağız. En uslu olduğum saat radyoda dinleyici isteklerinin yayınlandığı saatlerdi. Radyoda Erol Evgin'in çıkmasını beklerdim aslında. Çıktığında da mutlulukla; boynuma taktığım anneannemin tespihleri, belime bağladığım başörtüleri ve dudağıma sürdüğüm mumlarla ayna karşısında
"Seni kara saplı bıççak gibi sineme sapladılar" şarkısını söylerken elimi tiyatral bir el hareketi ile kalbime götürürdüm. Devamında kendi etrafımda dönerken başörtülerden eteklerimin de dönüşüne bakardım.
"değirmen misali döner başım. sevda değil bu bir hışım..."
Erol Evgin'in se'lere ve re'lere basarak söylediği şarkılarla, ona aşık olduğumu sanırdım.
Sonraları çoğu arkadaşımın da Erol Evgin'e aşık olduğunu ve o saçların peruk olduğuna inanmak istemediklerini öğrenmiştim. Benim gibi. İlkokulda bunu tenefüste bana ilk kez dalga geçerek söyleyen kızı güzelce dövdüğümü hatırlıyorum. Kızı elimden alıp götürürlerken bir yandan salya sümük ağlıyor bir yandan da "Erol Evgin kel işte. Anladın mı? KEL! " diye bağırıyordu. Elbette ona inanmadım.
Oğlu da şarkıcı olana kadar!
Metrobüstekiler kendi kendine düşünüp gülen bu kıza alıştıklarından gülümseyişimi sağ yana rahatça salarak inerken ıslıkla çalıyordum.

Değirmen misali döner başım, sevda değil bu bir hışım...

Hiç yorum yok: