3 Kasım 2009 Salı

İSTanBUL


Bu sabaha, İstanbul gibi nedensiz, erkenden uyanmışım.
Paramın gelmeyeceğini ve İstanbul'a gelişin Perşembeye kalacağını söylüyormuş iç/sesim.
Ama "bu akşam”a binmem ve "o sabah”a beni karşılaman fikri gözümün önüne yaşanmış bir sahne gibi geli(veri)yormuş.
Tekrar, tekrar, ar, ar,aarr, annıııeeeaa...
Öyle büyük bir an'mış ki, girmişim içine ve sığmış'ım. İçinde yaşamış, kekeleyerek köşelerin yuvarlaklığına gülmüşüm.
Gösteriyormuşum iç/sesime an'ımı, ikna 'çün, o da ısrarıma gülümsüyormuş.
Zam.an'a bırak. diyormuş.
Bırakmışım zamana, mavi bir ormanın, kırmızı kertenkelelerin dolaştığı, incecik ful'a(r)klımı, durmadan o an'a uçurmuş.

Beş dakkada beşiktaş'a inmişim servisten. Saçlarım dağınık, kucağımda çantam, göz altlarımda torbalarım, dizlerimde dermanım...
Her neyse işte, sabahları uyandığımda ya da cigara sonrası gibi dudaklarım köfte.
Battaniye altı sıcaklığına değil, İstanbul'un ayazına uyanmış olma huysuzluğuma geliyormuşsun sen. Sıra sıra insanlar geçiyormuş etrafından, sıra(d)ağlar kadar uzaktan görüyormuşum seni. Elimdeki sigarama sinirli sinirli vuruyormuşum, duyulmasın diye kalbimin sesleri, dudaklarım gibi atan... Etrafımızda insanlar dolanıyorlarmış, işleri-güçleri varmış. Çalışılacak, daha çok çalışılacak, mangodan kıyafet, body shop'tan dudak parlatıcısı alınacak, karınlar doyacak, ateşler yanacakmış.
Ateş'ler yanacak. İçinden yeni ateşler doğacak...
Vuruyormuşum külüne sigaranın, Ateş'ler sıçrıyor, insanlar eksiliyormuş. Sen yaklaştıkça daha az çekiyor ve daha az vuruyormuşum. Ve sen yaklaştıkça, daha az kalıyormuş her şey. Gittikçe azalan her şeyin içinde; sen kalıyormuşsun, vezir gibi. Bense kızıla kaçan bir at oluyormuşum, gözlerine doğru, onların anlamlarını çatlatmak istercesine, nefes nefese koşan.
Sabah erken, ayaz varmış, sen varmışsın… Bi de, boğaz varmış... Benim boğazımda ilmek ilmek mavi atkım, senin omuzların normalde durdukları yerden üç parmak yukarda, kalbim gibi... Sen üşümüşsün, kalbim üşümüş. Ellerin ceplerinde... Ceplerindeki ellerine saklayıp kalbimin ipini, yokluğumuza üşümüşüz demişim içimden. Sokakta olmaklara aldırmadan boynuna atlamışım dışımdan.
Kimse yokmuş aslında o an'da sen ve benden başka. Ben de sarılıyormuşum bize sıkıca.
Hava; ayaz, sabah; soğukmuş. Ayaz soğuğa nasıl yapışmışsa, öyle bilinçsizce, öyle içgüdüsel yapışmışım sana.
Beni öyle götürmen mümkün olsa eve, küçükken babama yaptığım gibi kollarım boynunda, bacaklarımı beline dolamış, uyuyor numarası yaparak eve kadar gidebilirmişim. Soğuk rüzgarlar esermiş boynuna ve ben tüm peri kızlarının, hatta senin bile unuttuğun bir yerden usulca öpermişim. Bu an gibi. Ürperirmişsin; öptüğüm yeri hatırladığına mı, yoksa benim unutmamış olduğuma mı? Bilemezmişsin. Diken diken üşürmüşüm içinde, unutulmuş an'lar gibi. Sen de sarılırmışsın bana. Eve girdiğimizde yatağa bırakırmışsın beni. Yastığına yatarmışım. Üstümü örtermişsin. Biraz kovalarmışız zamana sıkıştırılmış tinleri. Dumanla ve suyla seyreltirmişiz.
Suların ve dumanların içinden gelir saçlarımı okşarmışsın. Uzun zamandır görmediğin yerleri sakladığım saçlarımı karıştırıp, yeni yerler yaparmışsın.
Ben'de yeni yerler görebilen adamlara, aşık kalabildiğimi anlatırmışım sana, bunun şerefine, bana dolaptan gözlerine sakladığın uçuk mavileri çıkarırmışsın.
Uçuşurmuş saçlarımdan, sabaha uyanan kelebekler gibi... Fark edermişim ki kelebeklerin kanatları, senin dudaklarından durmaksızın "However far away..." dermiş...
Gözlerimi "close to me" ye yumarmışım.

Hiç yorum yok: