Herkes, her gün en azından küçük bir şarkı duymalı , iyi bir şiir okumalı , hoş bir resim görmeli ve eğer mümkünse bir kaç mantıklı kelime söyleyebilmelidir. Goethe
zaman, çölde, rüzgarın kumlarla tüm izleri silmesi gibi, siliyor yavaş yavaş senden kalanları. bir serapmışcasına silikleşiyorsun. hatırlayamadıklarımı özlüyorum. birşeyler anlatmak istiyorum sana, geçenlerde okuduğum şu, bilim kurgu hikaye gibi. kafamda oturtup karşıma anlatıyorum; adamın biri bir gezegene düşmüş, böcekler tarafından kurtarılmış. adam hareket ediyor ama kazadandır, leylak rengi böcekler beni besliyor, bakıyorlar diye düşünüyormuş, mutluymuş. son sahnede askerler, leylak rengi böceklerin, kurbanlarını, uyuşturucu sıvılarıyla besleyip felç ederek, hayati olmayan organlarını yiyerek beslendiğini anlatmışlar. yetkili subay Angelo büyük bir ciddiyetle; gezegeni ve böcekleri yok edin.demiş. Yardımcısı sormuş; Ya Kurbanlar? Cevap vermiş Subay Angelo; Onlar zaten ölüler.
zaman, yaşar olma nedenlerimi, leylak renkli böcekler gibi, uyuşturan bir neşeyle kemiriyor. en büyük lokması da sensin. aslına bakarsan korkunç bir iştahla aldığı o ısırıktaki acı bile zamanla geçiyor. zaman geçiyor, zamana ayak uydurmak, uymak, (artık olmayan organlar için) uyuşmak gerekiyor. bazen göz'üm olmadığını unutuyorum. dünyanın gelmiş geçmiş en etkili uyuşturucusu zaman kadar uyuşmuşum. senin gibi, senin kadar... zaten ölüyüm. gözlerin yok, köfte dudakların da... ekonomik sosis parmakların? yok onlar. seninle geçen hiçbir an yok. anlıyor musun? anlıyorsun değil mi? hava ayaz mı ayaz. ellerim ceplerinde. yeşilköye doğru yürüyoruz, gecenin üçü... o geceki gibi, saatlerce ağladığım odanın köşelerinde, yapayalnızım ve yoksun artık sen. yoksun... o yokluğa doldurduğum kelimelerin, anlamlardan fermuarları kapanmıyor. ağlarken, sarılamıyorum ne kelimelere, ne de sana. gözyaşlarımın inadına, aklıma gülüşmelerimiz geliyor. gülüşüm, o gülüşler anısına, dudaklarımda, bayrak direği gibi yarıya indiriliyor. umuyorum olduğun yerde mutlusun. çok yakışıklı çocuklar var, çeşit çeşit cennet yemekleri, sokaklarında dolaşacağımız, alışveriş yapacağın binlerce şehir, 24'ün ve Nip Tuck'ın bütün bölümleri mesela. nerede olursan ol biliyorum ki sen de beni özlüyorsun. beni sorarsan iyiyim. bir derdim var, ben de seninle konuşmayı özlüyorum. sizin oralarda zaman çabuk geçiyormuş diyorlar. ne zaman bilmiyorum ama görüşmek üzere, en kısa zamanda cennetten kovulana kadar konuşalım. seni çok seviyorum. Bir zamanlar birini kaybetmekten çok korkmuştum mesela... Korkulan başa gelir, korkularımı gerçekleştirmişti zaman da... Fark ettim ki ondan sonra korkmadım ben... Herkese birgün kaybediceğim gözüyle baktım... Ailem, arkadaşlarım, sevgilim... Birgün hepsi, nasılı niçini olmadan kaybedilecek tarafımdan... İsteyerek veya istemeyerek.. Sebep önemli değil...
her kurban bayramında, aynı şeyi beklerim . kendi çocuğunu kurban etmesin diye, tanrının, gökten beyaz kanatlarıyla kurbanlık getiren melek gönderdiği fikrini kabul etsek bile, ben burada hiç suçu olmadığı halde, insanla tanrısı arasında kalmış bu kurban'ların tarafını tutarım. kaçan bir boğa'nın peşindekilere çektirdiği eziyeti seyretmekten oldukça keyif alırım. iplerini koparıp kaçan boğalar, kendilerine engel olmaya çalışan bir kaç kişiyi boynuzladıktan sonra şehrin sokaklarını birbirine katarlar. işte ben o boğaları çok severim. sonunda yakalanacaklardır bilirim. zira iki bacaklıların, tüfekleri vardır, bıçakları vardır, arabaları vardır ve acımasızlardır ki en büyük silahlarıdır bu, ve buna rağmen her bayram ısrarla kaçan boğaların saatler boyu o iki bacaklılara yaptıklarından zevk almamı engellemez.
ne kadar kaçarsa kaçsın, ne kadar şaşırtırsa şaşırtsın, bütün boğalar, eninde sonunda yakalanırlar. ama yakalanana kadar da o iki bacaklıların burunlarından fitil fitil getirirler işte!
daha dün great escape'i seyretmişken, idare edin psikolojimi... ama böylesi yakalanma anlarının sonunda, inanmak isterim ki; kim bilir belki bir yerlerde, haber bültenlerinde bahsedilmeyen, kaçmış ve yakalamamış boğalar vardır.
işte belki de onlar, kendi aralarında örgütlenip, bir kurban bayramında, bayram namazını müteakiben saldırır ve tüm arkadaşlarını kurtarırlar.
birbirini tanıma aşamalarında klasiktir. en sevdiğin film, en sevdiğin yazar ya da kitap sorulur.
"Sahi o filmi izledin mi? Kitabı okudun mu peki? Ben okumadım. Filmi de kıçından başından işte… İzlemediysen ya da okumadıysan çok şey kaybetmedin. Kaybedecek en önemli varlığın “zaman” iken, hala diğer kaybettiklerine üzülenlerden misin yoksa? Ve hala uyuyorsun değil mi?"
aslı'nda, her an yeni şeyler getirirken, en sevdiğin filmin aynı kalması düşünülemezdi elbette. çocuk yine de klişeleri bozmamaya özen göstererek, en sevdiği filmi sordu kıza. kız mırıldanarak zaman kazanmaya ve bu arada ilginç birşeyler hatırlamaya çalıştı. "hımm bir düşüneyim." dedi ama aslında düşünmesine gerek yoktu. saçlarını sırf, çocuk istiyor diye kestirmiş, ama alışamadığından triniti gibi yaPıştırmıştı. çok beğeniyordu çocuğu, etkilemek içgüdüsüyle ne tür filmleri sevebileceğini tartıyordu. mırıldanarak, matrix'in ilk sahnesinde, triniti'yi havaya zıplamış, kolları kuş gibi açılmış ve 360derece dönerken gördüğünde, kalbi nasıl küt küt attıysa, öyle akarak çocuğun gözlerine, anlatmaya başladı;
"bana göre "en sevdiğin film" yoktur. ama The Matrix'i orjinal haliyle seyretmeyi severim en çok. sevdiğim filmler dönem dönem farklılık gösterseler de uzun süredir ondan hala bu kadar etkilenmiş olmamdan dolayı, düşünürüm ki en sevdiğim film ;odur." dedi gülümseyerek, "vizyona girmeden bir ay boyu heyecanla beklemiş olmam, ilk gösterildiği gün de dahil olmak üzere, beş kere sinemada seyretmem de bunu gösteriyor sanırım. Çoğu kişi tarafından, KüLt filmler kategorisine sokulmasa da; "there is no spoon" her bireyin hayatında yer almış bir gerçektir ve bence yadsınamaz. en sevdiğin film'in yokluğu kadar yoktur çünkü kaşık."
Çocuk matrix'i seviyordu. Aslına bakarsanız Testere serisini ve Hostel'i daha çok seviyordu, ama hayal meyal hatırladığı "there is no spoon" repliğini, yeni tanıştığı ve düşünce akışını çözmekte zorlandığı kızın nereye bağlayacağını merakla bekliyordu.
kız devam etti;
"kaşık gerçekten yoktur. ama kaşık poziyonu vardır mesela. iki kaşığı iç içe uykuya yatırmışsın gibi. (nelerden bahsediyorum ben, bana sevdiğim filmi sormuştu oysa) K(lasik)aşık pozisyonudur. (battı balık...) bir birine kaşık kadar aşıksan, aslında fazla şık da yoktur. (-şık)
Neo: Triniti! Help!
Ajan: Only human!
Neo: Türkçe Konuş!
Triniti: Dan.gde this! o zaman.
çocuk gülümseyerek, kızın dudaklarına eğildi. sonra duraktaki insanları fark edip, üşümemesi içinmişcesine, sarıldı. kızı tam olarak anlamamıştı, ama bu kızın anlaşılmazlıklarından, kokusu kadar garip bir keyif aldığını fark etti....
sanki nilüferli bir gölün kenarında oturmuş karışık tostlarını yiyorlardı, meşhur "İstanbul", "köprü" ve onlar kadar meşhur "Bayram" trafikleri buluşunca ortalık medyatik bir kalabalığa karışmıştı. o karışıklık ve soğukta, kızı yolcu etmek için otobüs beklerken çikolata kaplı, üstü çıtır cevizli kabak tatlıları atıştırırken, nefis muhallebili/kadayıflı kaynana tatlısı konuşuluyordu. Otobüsün ne kadar geciktiğinin farkında bile değillerdi.
"ne zaman istanbuldan, ankaraya gidiyor olsam, hep istanbul; güneşli, ankara da (özellikle geceleri) buz gibi soğuktur. hani mevsim tam battaniye altı, sevgilinin ayak parmakları sıcaklığında, elde sıcak çikolata, film seyretme mevsimiyken. hani nasıl desem bazen filmi unutup, biraz sarılma, sonra da gözlerine dalıp uyuma mevsimiyken hele..." diye mırıldandı kız, çocuğun nefesine sokularak.
çocuk gülümsedi; "sık dişini cumartesi. sen ki; şarap (tanrılarının) gecesisin, az daha bekle. bazı kadınlar aşkın; elle tutulur, yılla ölçülür olduğuna inanmışlar ve sanıyorlar ki ; aşk'ını realize edebildiğin kadar varsın! oysa en sevdiğin filmlerin (ve her daim süren aşkların) hiçbir zaman olamayacağı, k.a-şık pozisyonu kadar basit dünyamızda; aşk'ın realizasyonu, yalnız bağırsaklarından kalplerin, kanalizasyonuna akar. öyle değil mi k.a-şığım?"
"(Çok) fazla beklentim yok hayattan. Çok nedir? Her şeyin çoku; dünyayı görmek, pahalı elbiseler, iş kıyafetleri, mühim işler, spor kıyafetler, saunalar, parfümler, taksilerin ön koltukları, malboroların kırmızıları, viskilerin ve boş muhabbetlerin en pahalıya patlayanlarıyla, asmalı mescitlerde takılmalar değil istediğim."
niyetine kapatıyor kahvesini. fotoğrafını çekmiş, şekerli Türk kahvesiyle, sütlü(mis)kahvenin yeşil tepsideki anlamının. Hayattan beklentisi; o anlammış aslında. (Çok) fazla beklemiyormuş. Çok, kendiliğinden fazlaymış zaten. Çok'luklara aldırmadan kendinde beklerken, öyle karadeliğe öykünen bir içten dilemiş ki,"şey"ler, olmuşlar.
Aşık olduğu (clark)kent'te, olunası göbek deliğinde, "o"nu görmeye bile ihtiyacı yok "o" nmuş zaten, "o"ymuş gülüş ışığına, olayazmış!
Ayşe bacı, "insan kendi falına bakar mı kızım?" diye gülmüş ütü yaparken. bir yandan kendi kızının da, o'nun gibi yatakta çalışmayı nasıl sevdiğini anlatıyormuş. ve geçen gün baktığı falında, hayırlı evlilik gördüğü, oğlunun evleneceği kızın ailesini...
A.dile naşitmiş.
yere çay kutusunu devirirmişsin, "geçen ben de kahveyi bir devirdim, görsen" diye elini ağzına kapatarak gülermiş. güzel bir şey söylesen ya da biraz burnun aksa, gözleri doluverirmiş, titrermiş içinde insan sevgisi, bu kadını pek severmiş. gülümsemiş,
bir gün şifreci geldi. çözdü ayaklarındaki prangaların zincirlerini, kırık kırık kırıktılar zincirler de, uçayazdı sonra hayal gibi...
"kimse benim falıma benim kadar iyi bakamaz Ayşe bacı" demiş. yatağın içinde beyaz bir kedi gibi kucakladığı leylayla oynarken. müziği açıp yatağın üzerine bırakmış.
açmış kahve fincanını. bakmış gökkubbenin içinden bakar gibi hayatının göklerine... küçücük, fıçıcık, içi dolu fincana uçayazmış. Telveler şekilden şekile bürünmüşler, hikayeler anlatmışlar, içlerinde gezinmiş. arı kuşu gibi çırpan kanatlarına uçan kelebekleri görmüş. kervanlar dolusu erzak görmüş, Sütlüce durulukta dizinin, dibinde, Haliç'in.. yükleyip de kervanları çeşit çeşit yüklerle, anacığına, babacığına yollamış... sıcacık çorba kokuları gibi bitivermişler burnunun direğinde, Emin/önüne balık/ekmek yemeye gitmişler birlikte. mutluluktan kalbini yerinden oynatan bu hikayenin içinden, gülüşünün ucuna tutunup kaçmış. sıkıca örülmüş hikayelere bakmış. bazı geceler eğlenceli zombiler görmüş;
"yürüyen merdiven sevmem, (normal merdiveni göstererek) çünkü daha hızlısı var."
bazılarındaysa istanbula inen sisler, dediğim dedik şairlerin yalnızlıklarından daha açık seçikmiş,
"hayır öyle olmaz, böyle olur! yalnız böyle. yalnız. böyle. yalnız... hayır... olmaz."
Allah'tan, deryalarında kalp atışı gibi balıklar oynaşıyormuş,o deryaların semalarında bir viking tanrısı, yerler kadar ve gökler kadar gemisiyle dolanıyormuş... yüzdüğü, deryalarından yeni keşfedilmiş bir batık gibi, kaynana hikayesi çıkmış. ama o böyle hikayelere önceden de alışıkmış. ufak tefek bulutlara aldırmadan, üstünde güneşten elbisesi, o bulutların hiçbir zaman kapatamayacakları gökler kadar gülümsemiş.
"ölüm bile korkulacak şey değildir. bana özel değildir çünkü. herkes bir gün, eninde sonunda ölür!"
ölüm sessizliği gibi bekleyişlerin ardından, Deryalardan dalıp çıkardığı "ataleti yenme yolları" kitabına bakmış, hatırlamış. falından kafasını kaldırdığını görünce Ayşe Bacı; oğlunun halinin ne olacağını sormuş hemen.
kitaba bakarak, "ilk itiş, çok güç'tür Ayşe bacı" demiş. "çünkü her cisim olduğu haliyle durmak eğilimindedir. o yüzden, telekinezi.k değilsen, o potansiyeli kinetiğe çevirmek için, daha çok güç harcarsın."
Ayşe Bacı anlamazca bakmış yüzüne, anlaması çok güç'müş.
o da kadıncağızı rahatla(t)mak için;
"kısmet" demiş "kısmet."
Ayşe bacı, o sırada, gömleğin yakasını ütülerken, sizce;
"bu kız neler görüyor o falda? kafası mı güzel?" diye,yoksa "bizim oğlan ne anlar düğün dernek işlerinden. bizi de karıştırmıyor. bizim herif adam olsa, o da yok!" diye mi düşünürmüş.
şarkıdaki gibi; kalp atışları, el çırpışları ve dahi kelebeklerin kanat kırpıştırmalarıyla, dalgalarında boğulan, nefes nefese ben, aklının tavan arasında, bir dolabın içinde, seni özlermişim. şarkıya ve istanbula inen sislere ve seslere gizlenip nefesini, sesini,seni, dinlermişim... haftalar kadar süren saatler geçermiş. herşey geçermiş, uykular geçermiş, kahkahalar geçermiş, mygrenler bile geçermiş, bir sen (mygreen), geçmezmişsin. yokluğunda başıma, burnumun ucuna ya da ayağıma (kadar) gelenler, benim kadar eğlenceli şeylermiş, anlatsam sen de gülermişsin. eğlenirmişiz ve sarılıp gülüşüne, uçmak istermişim sen gülümsediğinde; ayaklarım yerden kesilene... atışları kalbimin, hıçkırıkları nefesimin ve gülüş ışığında oynaşan kanatları kelebeklerin, özlemek gibi inlermiş...
senin ülkende cüceler vardı boyları hüzünden kısalan donmuş gözyaşları kurumuş otlar ve adını anımsamadığım bir sürü hüzünlü şey vardı hüzün programlanmıştı bilgisayarlara bile babanın bir beyin cerrahının tamir çantası olduğu söylentisine gelince bence kuru iftira ama yukarılık kompleksini kimden kaptığı bilinmiyor annense bir şişenin içinde batık gemileri bekleyip durmuş yıllarca kiralık kardanadamlarla çıkmış küf rengi yolculuklara ve kadınlar hamamında ayyaş bir ayı gibi bayıldığı gün seni doğurmuş hiç yokken sen hesapta a benim caretta carettam a benim yürek vuruğum buna da şükür çünkü bir yılkı atı gibi bırakmışlar seni çocuk çocuk suluboya çıkmaz sokakta keyiflerine bakmışlar gelsin eğlence gitsin ça ça ça
sen küçücükmüşsün insanlara bakmışsın bakmışsın her yan sönük yıldızlar ormanı bir şeyleri sevmek istemişsin alışırken dünyaya dişlerini göstermişler kırmışlar termometreni insan insanın kurduymuş bre kesekağıdına sarmışlar seni narbülbülün kafese ayçiçeğin çöplüğe bir duvarın sıvası gibi dökülürken bana rastlamışsın dur demişsin dur hadi dur yaşamım sil baştan ben demişim
'severim severim sevmesine de seni eski bir hüzünle durmadan büyür içimde bir Girit yasemini'
yaklaşmışım ve deniz atmışım dudaklarımla dudaklarına
kalbindeki acı kulaklarındaki sessizliğe asit tıkar gözlerine ölmüş gitmiş sözler sıkışır bu kamunun karşısında ruhun biraz güzelse ezilirsin insanoğlu asfaltlarına düşmüş kız kelebekler gibi çırpınır ve ezilirsin herşeyi bırakıp gitmek istesen bu saatte satılan bütün biletler geç kalma şehirlerine giden trenlerindir ve böylece alışırsın herşey böyledir yanlış bir şehirde yanlış bir hayatı yaşamaya alışırsın zaten alış alış ki beni unutmayı hatırlaman daima kolay olsun