19 Mart 2010 Cuma

eskiztürkfilmi


çok yorgun görünüyorsun diyor dostlarım. dilleri varmıyor ama biliyorum, siyah beyaz eski bir Türk filmi gibiyim. film şeritleri geçiyor aklımdan. haksız yere tokat yemiş de şartlar öyle gerektirdiğinden içime atar gibi, hülya koçyiğit'in oval ayak hareketleriyle koşar gibi yatağa atıyorum kendimi. hıçkırıklara boğuluyorum.
hıçkırır gibi, tıksırır gibi, sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesim. ürkek, şaşkın, kararsız.
tanrım ne kadar bedbahtım!
konuşamıyorum!
mutsuzluğun doruklarındayım.
belgin'im ben. dünyadan bi'haber. zeki'nin çıkmayan sesine yanıyorum. acaip bir telaffuzla konuşuyorum. burnum tıkanmış. kuvvetle muhtemel ondan.
eski türk filmleri geçiyor aklımdan...
elimde şampanya kadehi, kartal tibeti arkama almış, kameraya bakarak;
seni hiç sevmedim ki kullandım seni sadece diyorum. kahkahalarla. bir yandan gözlerimden yaşlar geliyor. yalan söylüyorum.
kollarıma yapışıyor kartal:
hayır necla! bu sen olamazsın. benim sevdiğim kadın bu olamaz! diye haykırıp tokatı patlatıyor. gözlerimden yaşlar gelerek dönüyorum tibete kadar...
film şeritleri geçiyor gözümün önünden...
fakir ama gururlu bir genç kızım. sokak çocukları çalıyor ben dans ediyorum.
Tanrı dans edenden razıdır.
ediz geçerken görüyor spor arabasıyla. aşık oluyoruz. sevmişim şuç mu?
basit kızlar da sevemezler mi?
özlemezler mi ediz?
beni sevdiğini anladığında çok geç olacak.
ben çoktan gitmiş olacağım tarihin sayfalarına.
taa hun'a kadar...
film şeritleri geçiyor aklımdan.
müjde ar'ın gençliğiyim. saf, temiz, iyi niyetli, zengin kız. şöfore aşık oluyorum. arapsaçına dönüyor işler. kanserim. çöz beni...
6 saniye ömrüm kalmış. telefon kapanana kadar. göz açıp kapa(ya)na kadar geçiyor şeritler. telefon kapanıyor.
dıt dıt dıt dııııııttttttt.
elimi alnıma koyup, gözlerimden yaşlar gelerek sesleniyorum;
naloo naloo nayııırrr nolamaaaazzz....
lütfen haddinizi biliniz!
biz ayrı dünyaların insanlarıyız.

yorgun görünüyorum. eski türk filmleri kadar.
gözümün önünden film şeritleri geçiyor...

18 Mart 2010 Perşembe

bahar






baharda, mavi kahverengine yakışır, kahve rengi yeşile yanaşır. yeşil kahvenin rengiyle tomurcuk olur, kırmızı yeşille biraz çiçek pembe... sarılar uçuşur üzerlerinde sakince martılar gibi, baharın vurduğu yerlerde güller açar ince... renkler de korkarlar mı anne karışırken, insanlar gibi içten içe?



17 Mart 2010 Çarşamba

adanalı kedi



bu kediyi bebekte gördüm. iki köpeğe kafa tutuyordu ben de köşeden tezahurat yapmıştım. inanılır gibi değil ama kendisi dog fighter mış zaten.
hastasıyım.

not: kediyi arka ayaklarıyla tekmeleyen adam farkında değil belki ama o kedi istese o adamı da fena tırmalar.

işte bu cuma, gönlüm ghettoda, çalsın ff, oynatsın fatimaa...

Fatima Spar from Ghetto Genuine Music Lounge on Vimeo.



ne denebilir ki? fatima sahnede devleşti, nedense madonnayla yarışır bu kız fikrine kapıldım. o kadar zevk alarak dans ediyor ki müziğin bir parçası oluyor, sahnedeki enstrümanlardan biri ya da... verdiğim her kuruş ananın ak sütü gibi helal olsun fatima. gel bi daha.

istanbul için öğrenme vakti


16 Mart 2010 Salı

babam salısı



bir zamanlar otlaklar yeşildi, hayat yeni olan her şey yüzünden daha ışıltılı. gökyüzünde pamuktan bulutlar dolanırdı.
o zamanlar benim için ay ayak basılmış basit bir uydu değil ay dedeydi ve gülünce gözlerimin aldığı şekle öykünüp ayçöreğim diye severdi beni babam. ay çöreklerinin bile ehemmiyeti vardı. kar yağdığında omzundan eğilip ellerimle çenesini severek; bunları yukardan allah baba mı atıyor? diye sorardım. o da gülümserdi. ay çöreği gibi olurdu gülünce onun da gözleri. ve ben hep babama benzedim.
hayatımdaki en eski arkadaşımdı babam. sobamız vardı onu hatırladığım en eski zamanlar. cumartesileri annem kahvaltı hazırlarken biz de soba üzerindeki telde ekmek kızartırdık. sobanın hemen yanına oturur beni de dizine oturtur "istanbul, istanbul taşın toprağın altın" diye şarkı söylerdi. beni oyalamak için değil, eğlencesine. belki çocukken her cumartesi o şarkıyı dinlediğimden, cumartesiler bana hep istanbul gibi geldi. daha sonra bazen daha geniş ve ferah evlerde yaşadık, bazen de daha sıkıntılı ve dar. ama başbaşayken hep eğlendik. birlikte çengel bulmaca çözdük halıya uzanıp mesela. bulmaca çözmenin baba bir iş gibi gelmesi ondandı. bana kahvaltı hazırlaması gerektiğinde bir ekmeğin tamamını dilimler yarısına zeytin ezmesi diğer yarısına tereyağ ve bal sürerdi.belki ondandı hem zeytin ezmesini hem de yağlı ballı ekmeği sevişim.
ufaktım, beni ya omuzlarında ya da kucağında taşırdı. büyüdüğümde ne zaman tökezlesem beni yine omuzlarına aldı. baba, kayalardan örülmüş, çin seddinden bile uzun bir sözcük gibi geldi bana, sırtımı her daim yaslayabileceğim. tüm dünya karşımda olsa bile babamın benim yanımda olacağını hep bildim. hayatındaki en önemli varlığın ben olduğumu bilirdim. belki onun bu bitmez sevgisindendi ondan daha değerli kimsenin olmaması hayatımda ve hayatımdaki erkeklerde hep o güveni aramam. ama bulamamam öylesi karşılıksız sevgiyi.

salılar sarsaktı, bir o kadar da umursamaz.
kar yağmadı ama soğuğu sinmişti İstanbulun kokusuna.
babam yanımdaydı ve bira eşliğinde kar soğuğuna inat havadan sudan konuşmak vardı. koca kız olmuştum ben, o oldukça yaşlanmış ve kilo almıştı. on yıllar öncesi kadar babaydı yine de ve hep baba kalacaktı.
mutluydum, salıların şapşallığına rağmen.
ondandı.

15 Mart 2010 Pazartesi

sebastian

Guns 'n' Roses - Cats in the cradle and a silver spoon .mp3
Found at bee mp3 search engine


Martlar kandırıkçıydı, Nisanlar havai...
Pazartesiler yalnızdı, salılar kapı tıkırtısına sallanacak kadar oynak.
Ertesinde karla karışık yağmurların geleceği meteoroloji tarafından açıklanan güneşli bir Mart sabahı, tadın damakta kalmasıydı. Güneşte yıkanan yaprakların ve çiçeklerin yarın daha hüzünlü olacağını bilmek. Ertesi gün nasılsa giyemeyeceğini bilerek yeşil ekose elbiseyi ve içine beyaz kısa kollu gömleği giymek ve hemşireye benzediğini fark etmekti.
Evet yeşil ekose elbise biraz inceydi ama bir gün vardı o da bugündü nasılsa.
Yarına? Kerimdi... Kerimeydi...

Akşam daha ucuz olduğu için dia'dan alışverişimi yapıp, kapıda onunla karşılaşmak için migrosa girdim. U şeklindeki migrosun içinde hızlı adımlarla yürüyüp çıkışa yöneldim. İçerideydi, çıkmak üzereydi. Gözlerini, bıyıklarını ve onu görmeleri seviyordum. Göz göze geldik, sempatik gülümsememle elimi uzattım, gözlerin kıstı, bıyıkları keyifle oynadılar. O da sempatik gülümsememi seviyordu belli ki.
Nasılsın hemşire? dedi.
Tokalaşmak dokunma ihtiyacıdır diye yanıtladım.
Kafasını diğer yana çevirdi ama gülümsediğini görüyordum. Belli etmese de bıyıkları keyifli zamanlarda olduğu gibi oynuyordu.
Sarılmak nedir o zaman? dedi ağzını yalayarak çıkan sözcüklerle.
Dokunmanın yetersiz kaldığı zamanlardır dedim kendimden emin bir tavırla.
Öyle olsun der gibi baktı yüzüme. Migrosun ilerisindeki parka doğru yürüyüp, gelip gelmediğimi kontrol etmek için durup bana baktı. Az ama öz konuşurdu zaten. Hareketlerle anlatabileceklerini sözcüklere dökmenin gereksiz enerji kaybı olduğuna dair bir tavrı vardı. Belki ağzından çıkan sözcükler az olduğu için değerli geliyordu bana. Parka doğru konuşmadan yürüdük, elimde hışırdayan torbamla. Binalar arasına sıkıştırılmış varla yok arasında parkın nasılsa boş kalmış bankına oturdum. O benim oturmamı beklerken parkı kolaçan edip yerleştiğimden emin olduktan sonra yüzünü göreceğim bir mesafede banka yerleşti.
Aramayacak mısın? dedi çat diye. Lafı uzatmayı sevmezdi.
Aramaya değil bulmaya karar verdim dedim. Lafın nerede uzatılmaması gerektiğini bilirdim.
Söyleyecek bir şey yoktu. Bir süre o parkın kadrolu sevgililerine, yaşlı teyzelerine ve gökyüzünde yavaşça çoğalan bulutlara baktık. Bazen rüzgar esti. Gözlerimizi kıstık.
Serin oldu dedi.
Geç de oldu dedim.
Geç kalanlar serindir zaten diye yanıtladı.
Okunacak kitaplarım, yazılacak yazılarım var dedim.
Demleyecek çayın da varsa... diye mırıldandı.
Gülümsedim.
Bir zamanlar vişne reçelim vardı ekmeğe katık edecek şimdiyse ayva marmeladı dedim. Anlamamış bakışına cevap verebilirdim tabi ama iki vişne tanesinin bir saptan çıkışını göstermek için yazı beklemeye karar verdim.
Ayva çiçek açmış, yaz mı gelecek.. diye mırıldanarak torbalarımı toplayıp kalktım. Onu görmek güzeldi. Ama söylemedim. Sadece gözlerine baktım. Gözlerinde gördüm ki beni görmek de güzeldi. Elimi uzattım, başını okşadım. Mırıldadı.
Eğer böyle yaparsan ayrılamayız dedi. Kuyruğu keyifle oynamaya başlamıştı.
Bir gün. Kendime ait bir evim olduğunda o ev ikimizin evi olacak dedim.
Ossırada yanımızdan geçen kadına küçük kızı beni gösterip
Aaa anne bak! kız kediyle konuşuyor diye bağırdı.
Annesi, kedi ya da ben onları ısıracakmışız gibi çocuğunu elinden çekip çekiştirerek daha hızlı yürümeye devam etti.
Gözgöze geldik. Gülümsedik. Evimiz olmasa bile bu parkta biraz oturmak keyifiydi.
Boynunu okşayıp veda ettim.
Martlar belirsizdi.
Pazartesiler yarım.
Nisanlar yamalıydı.
Salılar kendinden hiç beklenmeyecek kadar kararlı.
Ve resmi kaynaklara göre yarın karla karışık yağmur yağacaktı.

Hemşire kılığında bir ben evime yollanmışken dönüp parktaki sebastian'a baktım. Onun gözleriyse kanadı kırık bir güvercine takılmıştı...

14 Mart 2010 Pazar

deneme bir ki...



kimse mükemmel olduğunu söyleyemez elbette ama ilk tablet denememin bloga girmeye kesinlikle hakkı var
güliz hocalık etti ben de ilk denememi çizdim sonunda

Hilmi Yavuz'un Kuyu'su, Hayko Cepkin'in Sandık'ı, Buda'nın Peşt'i

Hilmi Yavuz bir öykü anlatmaya karar verir. Bu öyküyü kafasında öyle detaylandırır ki nerede yazması gerektiği bile bellidir. Hilmi Yavuz, sevgili okur, bu anlatıyı bir kuyu'da yazmak istemektedir. İşte bu nedenle içine Erica ve Baby tipi daktilolarının sığacağı bir kuyu arayışına girişir... Hilmi Yavuz'un Kuyu'sunu okumaya başladığımda Aziz Nesinvari bir tat aldım. Gözlerim heyecandan yerinde duramadığından susamış da bir bardak su bulmuşcasına içiverdiler Kuyu'yu. Hele Murat Menteş'in Dublörünün Dilemmasını yeni bitirmişken gösterişsiz,derin, yalın ve kurgularıyla hava atmayan böyle bir kitap ilaç gibi geldi.

Hayatınızdan sizi mutlu etmeyen alışkanlıklarınızı çıkardığınızda ve mutlu eden yenilerini istediğinizde hayat size bunları veriyor. İnanın. Bir süredir her sabah yürüdüğüm yolları yürümekten, hep aynı binaları ve trafik gürültüsünü çekmekten, her sabah oturduğum bilgisayarımın başına oturmaktan ve her akşam aynı yatağa dönmekten sıkıldığımı hissediyorum. Her sabah aynaya baktığımda gördüğüm, ben de benden sıkılabiliyor bazen. İşte böyle zamanlarda fonu değiştirmek gerekiyor. O zaman aynadaki aksin, yürüdüğün yollar, baktığın binalar, aldığın nefes farklı oluyor. Bacccha'ya bu planımdan bahsettiğimde bana tatil anketörü edasıyla sorular sormaya başladı; Sessiz ve sakin bir yerde ufak yürüyüşler mi istiyorsun? Yoksa sırt çantanı alıp şehir şehir dolaşmak mı istiyorsun? Göl kenarında sessiz bir orman mı olsun? Yoksa dalgaların vurduğu bir sahil mi? Baccha'nın hayatımda olmasını seviyorum. Onunla İkitellinin altına C4 yerleştirme planlarımızı, her konuşmamızda aslında bilmediğim ama bir öncekinden daha eğlenceli gelen yeni bir gücünü öğrenmeyi de. Ben de rehberim Baccha eşliğinde içinde olmak istediğim fonu seçtim. Uzun süredir ertelenen istekler klasörünü açtığımda Prag dosyası çarptı gözüme. Atina ve Prag arasında kısa bir kararsızlıktan sonra ruhumu bir balon gibi saldım ve Macaristan dedi. Bu sabah da Macaristan'da doktorasını yapmış Caner geldi çantasında Budapeşte haritalarıyla. Tatilin en güzel yanı tatil planları yapmaktır. Hele tatil planlarını senle gelmeyecek olsa bile seninle aynı heyecanla paylaşan dostların varsa tadından yenmez. Biz de Caner'le çizgi film arasında tatil planları yapıp güldük eğlendik. Orda bir Macaristan var, çok da uzakta değil.
Ey tatil! sen ne tatlı hayalsin.

Lüks insanı mutlu eden detaylardır demişti bir zamanlar tanıştığım bir Adonis. Benim lükslerimden biri de kitaplarım. Ufuk Hoca sağolsun, bugün Hayko Cepkin konserine giderken benim kitaplarımı da unutmamış ve birbirinden güzel altı kitap getirmiş bana. Bayram sabahını bekleyemeyen arife çocukları kadar mutlu ve heyecan doluyum.



Hayko Cepkin konserine giderken sahne şovunu merak ediyordum. Daha önce de bir çok rock konseri izledim ama böylesi bir performansa şahit olmadığımı söylemeliyim. Tam saatinde sahne aldı, salondaki kalabalıkla sahneye çıkacağı dakikaları saydık. Sahnede hiç ara vermeksizin bir buçuk saat kaldı. Şarkı aralarında gereksiz sohbetler, laf atmalar yoktu. Hayko Cepkin dinlemeye gittik ve doyasıya Hayko Cepkin dinledik. Ufuk Hocanın yeğeni Çağlar'ın heyecanı hepimizi zaten sarmıştı ve onun gibi en ön sıraya gitmeye cesaretimiz olmasa da bu muhteşem konseri arkalardan, dalgalı bir denizin kıyısında o ambiansa dahil olurmuşcasına keyifle izledik. Bebek'te fotoğraf çekme ve Tamirane'de jazz konseri programını anında sildiren Hayko Cepkin piyangosu bütün haftanın yorgunluğunu aldı. Yeni haftaya pimi henüz çekilmiş bir bomba kadar hazırım.

13 Mart 2010 Cumartesi

parkur şiirleri

özlemle beklenen güneş, binbir nazla parmak ucunu gösterdiğinde, ortaklar caddesinde bir urmuş gibi duran, ufacık parkıma koştum. parkta her öğleden sonrası gibi; yaşlı iki teyze alışveriş sonrası dedikodu yapıyor, iki sevgili bir köşede oynaşıyordu. güneşi gören bir banka oturdum, bir sigara yaktım, kitabımı açtım. bu kalan son beş sayfayı keyfim yerinde okumak istiyordum.
ilk sayfayı yeni geçmiştim ki iki damla düştü sayfalara. kafamı kaldırıp teyzelere baktım. farkında değillerdi. sevgililer dünyayı umursamıyor gibiydi. yukarı kaldırdım başımı... birşey görünmüyordu.
yağma, dedim içimden, lütfen öğle tatiline 3de ancak çıkabildim en azından 15 dakika yağma! muzırca saklanmıştı yağmur damlaları. tekrar kitaba döndüğümde, oyuncu çocuklar gibi, gelmeye başlayan pıtır pıtır ayak sesleri hızlandı.
önce teyzeleri, sonra sevgilileri kaçırdı.
inat ettim. şartlar ne olursa olsun, bu kitabı bitireceğim!

ortaklar caddesinin parkurunda, şakır şakır yağan yağmur altında, saçlarından sular akan bir kız oturuyordu.
yaprakları çevirdikçe yırtılan kitabın yaprakları, sırılsıklam...
inatçı kızdı vesselam.