30 Haziran 2009 Salı

düş

ileri derecede uyumaya karşı çıkabilmek ve feragatlar üzerine…

saymadığım günler boyunca eriyordum. her sabah kalkıyor, tartılıyor, kaç kilo verdiğimi not alıyordum. önce yanaklarımı kaybettim, sonra kanatlarımı…
her geçen gün biraz daha ufalıyor, duvarlara çarpıp ufalanıyordum. dağılıyor ve derinlere dalıyordum. daldığım diplerin derinlerinde sıradan ve bir o kadar güçlügeniş bir alına rastladım. o alına yaslandım, yanaştım, güç alıp kinetik enerjisinden bir öpücüğün, kıyıya çıktım. tartıldığımda tamıtamınayirmibirgramdım.
ruhum iki çocuğun uzandığı çimenlerden uçurduğu rengarenk bir uçurtma oldu. bir fani fark edip uçurtma bedenimde ben’i, “uçurtma uçurmak, kendi kendisiyle konuşmasıdır insanın…” diye seslendi.
adam ileri derecede uyumak istemesine rağmen uykusundan feragat etse bile yıldızlı tanrıça astraia’nın falı bu fani ile sohbetten daha önemli oluyordu. o fani de üç vakte kadar neler olacağını merak edip duruyordu.
öyle ya, görevi; adalet ve erdem damlalarıyla toprağı doyurup yazların kurak ve sıcak geçmesini engellemek olan astraia, yıldızlar arasında tozlanırken, tozların bulaştığı dudaklarıyla alnını bulup öpmüş ve uyumaya uğurlamıştı faniyi. bu mutluluk için bütün uykularını ertelemeyi göze aldı. o düşler alemine dalarken astraia büyük olmasının nedeni olan anlayışlılık pelerinine sarılıp uçayazmıştı. mazide kalan sevgiyi yayan fani, ayrı kalacağı bir hafta boyunca elinde makinası yakalamaya çalışmış, gülüşü parlayan tanrıçanın silüetini. döndüğünde -yeniden öper belki diye- alnını görünür bir yerlere bırakmıştı.


tanrıça’nın rüyası…

başak burcuyum ben. ve yükselenim de başaktır. ablam iffettir ve utançtır kızkardeşim. erdem dağıtmak için çıktım yola ama bıktım kıskançlıkla dolu kocaman kafalarından insanların. bir zaman yükseldim yıldızlara ama gel gör ki insanlar olmadan da yapamadım. bir süredir dertli olduğumu duyan tanrılar davet etmişler olimpostan beni bu gece… silmek için dertlerimi.
bu da bir sırdır ama artık sır-daş olduğumuza göre size anlatabilirim. aksaray’da bir reklam tabelasının arkasından olimpos’a kısa bir yol vardır. incir ağacını geçip yokuştan çıktığınızda sizi camgüzeli şans tanrıçası bekler, neşeyle karşılar ve tanrıların bab-ı esrarına girersiniz. şarapların en sarhoş edicisi, yemeklerin en güzeli, sohbetin, eğlencenin en alasıdır tanrıların sofrası. ben de sizi alnınızdan öpüp uyuttuktan sonra sarı-elçinin eşliğinde, tanrıların sofrasına buyur edildim. küba purosu kalınlığında dumanlar sardı etrafı. brezilya kumba sahillerinde, afroditle dalga geçen parisin hikayelerini dinledik. olimposun tepelerinden dünya dönüyor, kahkahalar dönüyor, hikayeler dönüyor sıra bana geldiğinde sizin alnınız uçuyor rengaheng bir uçurtmayla. bob abi “is this love that im feeling?” diye soruyor. rüyanıza üflüyorum tininin tozlarını…
rüzgarlı bir havada etekleri uçuşan bir kız çocuğu oluyorum ve çıkarıp ayak-kaplarımı çimenlerin üstünde şarkı söyleyerek sekiyorum.
“tin min tini mini hanım…tin min tini mini hanım… seni seviyor canım…”

saatler 12′ye yaklaşıyor, tanrılar “gitme” diye ısrar ediyorlar ama aksaray dolmuşları balkabağına dönüşmeden dönmeliyim. kalmak eğlenceli ve oynak bir fahişe gibi koluma girip ayartmaya çalışıyor. direniyorum kalmaya. aylardır uyumayan ben; “uyku girsin koluma ve rüyam ol! ey fanim” diye sesleniyorum. yalnız uykunda uyumak istiyorum.


dünyaya düşüş…


aramızda kalsın - biseksüel olduğu söylenen- elçi halis’in eşliğinde gece 12′yi biraz geçe haliç kıyılarına bırakıldım. aklımdan dökülen yıldız tozlarını kimseler fark etmeden, sarı bir dolmuşa atlayıp anadamardan şehrin tam kalbine indim. param vardı ve taksiye binebilirdim. ama alnınızı yol üstünde bir yere bırakmış olabileceğinizi düşündüm. bağcıklarısıkçaçözülenaçıkmaviadidaslarımı bağlarken yola şöyle bir bakıp cesaretimi topladım ve içime sordum.

“dümdüz yürü!” dedi bana. “eğilme ve bükülme.dümdüz yürü yalnız…”

“yalnız” , bir cümlenin neresinde geçerse geçsin depremler yaratan bir kelimeydi.
yalnız yürüdüm kalbinden…
depremler yaratarak…
arapça konuşan turistlerin ve travesti avına çıkmış zavallı fanilerin arasından, eğilmeden ve bükülmeden dümdüz yürüdüm.
yalnız.



ve alnınız, üstü laciverdeöykünenyeşil, altı kadifemsi yapraklı ağaçlarda bembeyaz çiçekler olmuş, açmıştı. gülümseyerek teferrüd etmekten vazgeçtim ve bıraktım kendimi geceleri açan, gündüzleri kapanan bembeyaz çiçeklerin kokularına. karıştım. mum beyazındaki beyaz çiçekleri kaplumbağa kabuklarında yakıp salıverdim gökyüzüne ki saltanat şatafatında dolaşsınlar bu gecenin hatırına. ışıklarında martılar dans etsin.

sizi o kokularla öptüm ve uyuttum dün gece. martıların durmadan fanileri taklit ettiği yuvalarının altına sakladığım evimde, murathan munganın tarif ettiği sakin bir dağ oldum. o dağdaki selvinaz oldum. muradhan semah etti, o döndü, ben döndüm, martılar döndüler, yıldızlar döndüler ve dünya döndü.
yeniden.



kırmızı cuma…

dün’ün bana hediyeleri yüzünden, bugün fanilere bolca kırmızı verdim.
uzun zamandır dünyaya bahşetmediğim kırmızı elbisemi ve ayakkabılarımı giydim. üzerimden hala yıldız tozları dökülüyordu. geceden kalma beyaz çiçekler kırmızı elbisemin üstünde açıyorlardı. kırmızıyken kimseyle göz göze gelemezdim. ben de hiç sevmediğim o siyah beyaz filmdeki kırmızılı kadın gibi yürüdüm ve insan taklidi yaparak işime gücüme gittim.
kimileri dönüp, kimileri durup baktılar.
zaten tüm o fanilere bu gün’ü lütfetmiştim. o yüzden bakışların, kıskanışların ve merakların arasından dergiye girdiğimde diğer tüm ölümlüleri unutup, sizin tekrar görmek istediğim karelerinizde dolandım.
ve işte haydarpaşa’nın güneşin sancısını taşıdığı o karenizde kendime rastladım…

kimse bilmez çalıyordu…

siz biliyordunuz.

Hiç yorum yok: