11 Ağustos 2009 Salı

kendikendime

her sabah fark ediyorum ki tabiat ana sütlü kahve rengime biraz daha süt tozu katmış. tatil havasında yada kendisinde olmayan kimse yok an(a)kara'da.
bense aklı yeşilde kalmış, boğazı düğümlenmiş mor elbisemle ve kırmızı ayakkabılarımla görevdeyim.
çalışıyorum koşturuyorum. yanında çalıştığım aile bana serezli çiftini hatırlatıyor. ağustosa rağmen ankarada mutluyum. ofisi seviyorum aydınlık, çiçekler var, simge var, simgenin çaldığı müzikler var. benim bilgisayarın allahı var mesela. çok iyi çalışıyor ama devamlı uğulduyor.
simgenin başı ağrıyor uğultusundan.
"uçak motorlarına kuş kaçtığını duymuştum da bilgisayar kasasına uçak kaçtığı aklıma gelmemişti" diyorum... gülüyoruz. akşamüstü sonunda işlerden nefes alıp bakkala kaçıp dondurma filan yiyoruz.
kırmızı ayakkabılarımın bugün sihirli olduğunu fark ediyorum. acaba hangi gece? yıldız tozu döküldü üstüne diye düşünüyorum. mesela, bir türlü bulunamayan ses kayıt cihazlarını buluyor çaptığı çekmecelerde. akşam kayseri kent turizmi ararken fark ediyorum ki otobüs firması çalışanlarını da büyülüyor. adamlar yüzüme bakmıyorlar. ayakkabılarla konuşuyorlar, ama ben söylediklerinden bir şey anlamıyorum. elimi sallıyorum bana baksınlar diye. sonra vazgeçip ayakkabıların tarifi aldığını umuyorum. gerçekten yanyana duran üç firmadan doğru olana sokup beni, tabelasız mabelasız bileti aldırıyor.
yaa bu arada yarın, bendeniz kayseri yolcusuyum. kayseriliyim ama şimdiye kadar hiç görmedim. madem kayseri'de iş çıkmış toprağımı göreyim dedim. gidiyorum.
geleceğim...


derkenar
toprağım çağırmış beni
gel demiş başı'ma artık ol'dun
atlayıp gidecekmişim kent'ime
kendimi bulacakmışım öyle demiş rüyamda bana kendim
ve daha bugün konuştuğum kelebennk olsa tam da burada şöyle dermiş:
"ki sen bana kentim kadar ve hatta kendim kadar uzaksın"

Hiç yorum yok: