10 Kasım 2010 Çarşamba

balat... anlat...



Bart’ın gidişinin üçüncü günü.
Yarın geri dönecek.
Son dört gün var önümüzde.
Sık dişini, sık dişini, sık dişini...

Cumartesi öğleden sonra, İremle how i met your mother izleyip, durmaksızın bir şeyler yedikten sonra, dışarı çıktık. Yeni bir işe girene kadar son dışarı çıkışımdı. O yüzden yanık dudaklarım ve çenemle ilgili espriler yapıp yorulana kadar güldük. Ama anladık ki; cumartesi gecesi Taksim'e inmek için çok yaşlıyız. Saat 1 olmadan eve dönmüş, uyumuştum zaten.
Sabah kalkıp, klasik bir Pazar’a hazırlandım. Ortalığı topladım, bahçeyi süpürdüm, kedilerin kumlarını temizledim, mamalarını koydum. Sagiyle bana tarçınlı çay demledim.



Sagi gelince, önce dudağımı, sonra Bartı sordu. Anlattım. Mutlu musun? Dedi. Hayır dedim. Bartla mutlu değildim. Başını salladı.
Çaylarımızı içip çıktık. Kabataş’a yürüdük. Eminönüne gittik. Kedilere mama ve kum almamız lazımdı. Tabi tarçın çubuk da. Sagi birkaç seyyar satıcıyla muhabbet etti. Adamlar onu yabancı sandıkları için İngilizce anlatmaya çalışıyorlardı dertlerini. Sagi de ısrarla Hayır abi!, 5 lira çok, Trabzonda bunları 1 liraya satıyorlar diye pazarlık yapıyordu. Minik dikiş makinası satan adam, söyleyecek bir şey bulamayınca, bana dönüp gülerek, Nerden buldun bunu? dedi. (Hacı hacıyı mekkede, hoca hocayı tekkede, deli deliyi dakkada bulurmuş) Sagiye dönüp, Seni yabancı sandılar diye gülerek yürümeye devam ettim. Hayvan pazarını ve mısır çarşısını gezdikten sonra Balat’a gidip, alacaklarımızı dönüşte almaya karar verdik. Sahilden Balat’a yürürken Aksaray’daki bit pazarına bakındık. Anlat İstanbul’un cdsini bulduk. Balatta sahile oturduğumuzda, Mehmet Günsür’ün ne kadar seksi, Erkan Can’ınsa ne kadar yetenekli olduğundan konuşuyorduk. Termosumuzdan (yanmadan) sade tarçınlı çayımızı içip Balat’ın sokaklarına daldık. Sagi buranın İstanbul’da gördüğü en romantik yer olduğunu söyledi. Cihangir de güzelmiş ama gerçek değilmiş. Nahla geldiğinde mutlaka Balat’ı da gezecekler. Fotoğrafta kompozisyon ve ışık derslerini, örnekler üzerinde verirken yokuşlar çıkıp indik, merdivenlere oturduk, manzaraya baktık.



Sonra akşamüzeri Eminönü’nden alacaklarımızı alıp vapurla Beşiktaş’a geçtik. İkimiz de o Balıkçı’yı çok özlüyoruz ve bu yüzden bir şekilde Beşiktaş’a dönüyoruz… Hamsi ekmeklerimizi yerken, Fener -Galatasaray maçı için geç kaldığımızı fark ettim. İrem’i arayıp, keyfine bakmasını, zaman plansızlığım yüzünden maçı kaçırdığımızı, eve gideceğimizi söyledim. Yürüyerek eve döndük.
Yolda, Saginin babası ve abisiyle, çocukken Hindistan ve Çin’e yaptığı yolculuklardan ve Tanrıdan bahsettik. Sagi Tanrıya inanıyordu ama Türkçe ya da İngilizce anlatması onun için çok zordu.İsrailce anlat diyordum gülerek. Bana bakıp İsrailce diye gülüyordu.
Bence Tanrı tepede duran her yaptığımızı gözetleyen beyaz saçlı beyaz sakallı bir adam değil. Hepimiz Big Bangle dağılmışız ve sen ve ben ve irem ve hamurla çamur ve nahla ve dünya ve evren hepimiz Tanrının parçalarıyız sonuçta dedim. Peki Big Bang’den önce? dedi.
Herşeyden önce kaos vardı dedim gülerek. Peki Kaostan önce? dedi.
Başka bir big bang, büyüme ve tekrar küçülme dedim. Peki, demek hepimiz Tanrının parçalarıyız. ama BigBangden önce? diye sordu yine. Bilmiyorum dedim.
Kedili parkımıza gelmiştik. Bu park? Ve bu kediler? dedi Sagi. Güldüm. Evet dedim. Kediler de. Kedi pergolasından tavla oynadığımız çay bahçesine yürüyorduk. Ve bu yol dedi… Evet dedim, bu yol da. Sanırım bu yeni oyunumuzdu. Sonsuza kadar devam edebilecek bir “Tanrının Parçaları” oyunu. Öncesini herkes gibi biz de bilmiyorduk, ama bu durumla oynayabiliyorduk, bu da her şeyi olduğu gibi kabullenmemizi sağlıyordu. Sırada başka bir oyun vardı ve çaylarımızı ve tavlamızı alıp maç sessizliğinden faydalanarak oynamaya başladık. Kucağıma bu sefer siyah bir ufaklık oturmuştu ve sarı kocaman gözlü bir tombik de ayak ucumdaydı. Sagi yine son elde beraberliği pulları toplarken bozdu. İki kere 6 -6 atınca pes ettim ben de.
Sen en büyüksün Sagi diye çekildim. Eve geldik. Birer çay içip, ilişkilerin zorluğundan konuştuk. Sonra fotoğraf makinesinden, Nahlayla Casablanca fotoğraflarına baktık. Nahlanın çektiği fotoğraflarda, Sagi, aşık bakıyordu. Bu kıza çok âşıksın Sagi dedim. Bakışlarına bak. Çok aşık bakıyorsun. Güldü. Ağrı dağını biliyor musun? Bizim sorunlar, o dağ kadar büyük dedi.Gitme zamanıydı, hazırlandı. Vedalaştık…

O gidince işsizim ben dedim kendi kendime. İş, iş, iş… Bizimkilere işten çıktığımı söylememiştim. Nasılsa bir aylık kirayı ve masrafları köşeye koymuştum ve bir ayda İstanbul’da iş bulurdum. Yine de babama bir şeyler çıtlatmam gerektiğini düşündüm. Onu arayıp, şirketin finansal durumunun çok iyi gitmediğini, iş bakmaya başladığımı söyledim. Babamın bakış açısı netti, "Ankara’ya gel. Sana bir ev tutalım ve devlet memuru ol." Telefonu kapatınca gece 12 olmasına rağmen, panikle gidip gazete aldım, iş ilanlarına baktım ve arkadaşları aradım. Herkes aynı şeyi söylüyordu. Daha iş bakmaya başlamadık. Sakin ol. Bu hafta, Hamurla Çamur dahil her şeyi bir köşeye bırak ve iş bak!
Söylemesi kolay. Mesela o an Hamurun sevilesi vardı ve gazete onun için bir engel teşkil etmiyordu. Önce üzerine yatıp, kovalanınca, sinirle IK sayfasının köşelerini yemeye başladı. Bu kedi, gerçekten bebek gibi. Çamur başı sıkışınca bahçeye kaçıyor, ama hamur, tam bir bebek. Hala gölgelerin gerçek olduğuna inanıyor, parmak emiyor ve ilgi çekmek için kâğıt yiyor.
Yazmayı bitirip bilgisayarı kapatınca, onu da alıp yatacağım. Sonra Pazar ertesi olacak. İnsanlar işlerine gidecekler ve Pazartesi sendromundan bahsedecekler. Ben 11’de Bart gelince internete girip, iş başvuruları yapacağım ve bekleyeceğim. Bu da atlatılması gereken bir süreç sonuçta. Sakin kalmalıyım. Yeni başlangıçlar, hele çok bilinmeyenliyse, zordur. Son zamanlarda ufak bir yalan olayı dışında, tamamen iyi bir kız oldum. Tanrı varsa ve beni duyuyorsa ve hatta var olduğuna göre benim hayatımı zaten çoktan organize ettiyse, ona gönderiyorum.
Tanrının tüm parçaları, hepimiz için iyi bir hafta olsun diliyorum.

Hiç yorum yok: